Geçtiğimiz günlerde 7 ay önce yola çıkan Perseverance (azim) keşif aracı başarılı bir şekilde Mars'a iniş yaptı ve ilk görüntüleri yollamaya başladı. Mars'a giden keşif aracında ve ona eşlik eden drone helikopterde eski nesil işlemci kullanıldı. Azim'de, 20 yıl önce piyasaya çıkan hatta Apple tarafından 1998'de üretilen ilk iMac'te kullanılan Power PC 750 işlemcisi var. Peki ama neden, milyarlarca dolarlık bütçeye, binlerce mühendise ve pek çok firmanın desteğine sahip olan bu projede cebimizdeki telefondakiyle bile kıyas kabul etmeyecek kadar yavaş olan bu işlemci kullanıldı.
Nedeni şu; yeni işlemcilerin ileri düzey radyasyon korumasının olmaması ve fazla enerji harcıyor olmaları.
NASA'nın yeni nesil işlemci ihalesini Boeing aldı. Yeni uzay bilgisayarı işlemcisi için Boeing, Michigan Üniversitesi ile ortak çalışıyor. Hedef, bugünkünden 100 kat daha hızlı bir bilgisayar üretmek.
Peki neden bir Türk şirketi değil de Boeing? Neden bir Türk değil de ABD'li üniversite?
Ondan önce şunu söyleyelim: Önemli olan en yeni teknolojiye sahip olmak değil, elinizdekini doğru bir şekilde kullanabilmek.
"Size kim, ne derse desin sözcükler ve fikirler dünyayı değiştirebilir..." Bu cümleyi Ölü Ozanlar Derneği filminde öğretmen Keating rolündeki Robin Williams'tan duymuştuk...
Uzaya çıkmak eski bir fikir olsa da özellikle uzay madenciliği ve uzay turizmi yapmak isteyenlerle, yeni bir dünya yaratmak isteyenleri cezbediyor. Ülkeler, uzayda kendilerine bir konum ve yer almak için birbiriyle yarışıyor.
Çağının çok ilerisinde olan Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, "İstikbal göklerdedir" diyerek bir zamanlar ulusuna yol göstermiş olsa da biz henüz emekleme aşamasındayız. Ve ne yazık ki ülkemizin bugün durumunda buna bile razıyız. Oysa elimizdekileri daha verimli ve iyi bir şekilde kullanabiliriz.
Başta sorduğumuz sorunun cevabı da tahmin ettiğiniz gibi bilgi birikimimiz, yetişmiş insan kaynağımız ve bu alanda Boeing kadar güçlü şirketlerimiz olamaması.
Peki üniversitelerimiz?
2012 yılında ''en iyi dünya üniversiteleri'' sıralamasında, ilk 500'de ODTÜ, İstanbul, Hacettepe, Ankara, Ege, İTÜ, Bilkent, Gazi, Boğaziçi ve Koç üniversiteleri yer aldı. Bugün ise aynı sırlamada sadece Boğaziçi, ODTÜ ve İTÜ kaldı.
Üçü de bazı kesimler tarafından sevilmeyen okullar. Yönetimleri kontrol altına alınmak isteniyor, gelenekleri değiştirilmeye çalışılıyor. Anlayacağınız üniversiteler giderek bilim üretmekten uzaklaşıyor.
Garip bir ülkeyiz. Mümin Sekman'ın "Ataleti Yenmek" kitabında dediği gibi 'yumurta kapıya gelinceye kadar beklemek' ve 'oturmak' en çok biz Türklere yakışıyor.
1989 yılında çekilen, "En İyi Özgün Senaryo Akademi Ödülü"nü alan "Ölü Ozanlar Derneği" adlı film, 1950'de Welton Akademisi'nde geçer. Welton; fazla ciddi, disiplinli ve akademik çevrelerde saygınlığı olsa da eğitim sistemi açısından hayli geridedir. Okuldaki karanlık zihinler içinde öğretmen Bay Keating, öğrencilerine edebiyatın ve şiirin çatısı altında özgürlüğü, hayatı yeniden anlamayı, dünyaya farklı açılardan bakmayı öğretir.
Bir derste Bay Keating, çocuklara yanına toplanmalarını, onlara bir sır açıklayacağını söyler. Profesör sınıfın ortasında yere diz çöker. Çocuklar da etrafına toplanırlar. Der ki: "Biz hoş olduğu için şiir okuyup yazmıyoruz. İnsan ırkının birer ferdi olduğumuz için şiir okuyup yazıyoruz. Çünkü insan ırkının içinde coşkular vardır. İktisat, mühendislik, tıp, ekonomi, hukuk vs. yaşamak için gerekli asil birer meslektir çocuklar. Ama şiir... Güzellik... Aşk... Sevgi... Biz bunlar için hayattayız." Çocuklar ilgiyle öğretmeni dinlemektedirler. Profesör Keating Whitman'dan bir şiir ile devam eder: "Ah ben! Ah Yaşam! Hayatın anlamını arayan sorular... İnançsızların sonsuz sırası... Aptallarla dolu şehirler... Bunlar arasında yaşamanın anlamı nedir ki hayat! Cevap ver bana! Cevap ver!" Öğrencilerine bakar ve "İşte cevap" der öğretmen... "Siz buradasınız. Hayat var ve hep olacak... Hep olacak. Güçlülerin mizanseni devam ederken sen de bir kaç dize katkı yapabilirsin" der. Öğrenciler büyülenmişcesine öğretmeni dinlerler. Öğretmen ekler, "Güçlülerin mizanseni devam ederken sen de bir kaç dize katkı yapabilirsin!" der tekrar ve öğrencilerinin gözlerine tek tek bakarak sorar: "Sizin dizeniz ne olacak?"
Nasa'nın dizesi belli oldu. Bilim adamları Perseverance indiren paraşüte gizli bir mesaj yerleştirdi. Paraşüt üzerindeki kırmızı beyaz alanlardan oluşan bu mesaj meraklılar tarafından kısa sürede çözüldü. Paraşütteki kırmızı bölümleri 1 ve beyaz bölümleri de 0 olarak kabul edersek bilgisayar dilinde kodlanmış bir mesaj ortaya çıkıyor. Mesajda şu yazıyor: “Muhteşem şeylere cesaret et.” Mesajın devamında ise NASA’nın JPL laboratuvarının koordinatlarını veriliyor, yani bir çeşit imza atıyorlar bu sözün altına. “Muhteşem şeylere cesaret et” ilk kez 1899’da ABD başkanı Roosevelt’in yaptığı bir konuşmada söylenmiş.
Şimdi söyleyin "Sizin dizeniz ne olacak?"