Sabah Gazetesi'nde Yazı İşleri Müdürü olduğum dönemde bir güzellik yarışmasına jüri üyesi olarak davet edildim. Hayatımın en kötü tecrübelerinden biriydi... Güzellik yarışmalarına o güne kadar belli bir mesafeden baksam da biraz sempatim vardı. O gün jüri masasında duyduklarım, yarışmaya katılan çocukların ailelerinin kendi aralarında konuştuklarından işittiklerim, tüm olumlu düşüncelerimi yıktı.
Sistem tarafından bazı yaşam biçimleri, bizlere parlak kağıtlarla kaplı bir pakete sıkıştırılıp satılmaya çalışılıyor. "Çok para kazanırsın, hızla yükselirsin, ünlü olursun" cümleleri de bu paketin üzerine iliştiriliyor. Ve ne yazık ki biz medya mensupları da buna bazen bilerek ya da bilmeyerek çanak tutuyoruz. Hatta bazen farklı sektörlerdeki bazı kişiler o kadar şişiriliyor ki; Türkiye'ye sığamayıp yurt dışına kaçmak zorunda kalıyor.
***
Sadece bu ve buna benzer yarışmalarda değil aslında; okul, iş, aile gibi hayatın her aşamasında bir öne geçme, ilerde olma fikri insana dayatılıyor. Sürekli; dergi, gazete, TV ve sosyal medyadaki en iyi karelere ulaşmayı amaçlıyoruz. Tümünün kurgu oluğunu bilsek de istediğimizi yansıtmadığımızda üzülüyoruz. Olanla barışık değiliz. Bizden daha fazlasını isteyenlere, önümüze şablon hayatlar sunanlara, giymemiz gereken kostümü dayatanlara, takınmamız gerek yüzü çizenlere, 'elalem ne der?' diyenlere 'bana ne?' demediğimizde ruhumuzda küçük delikler açılmasına izin veriyoruz.

***
20'nci yüzyılın en etkili yazarlarından biri kabul edilen Fransız Marcel Proust'un hiçbir zaman düzgün bir işi olmamış, karşılıksız aşklar yaşamış ve kimsenin okumadığı bir kitap için 20 yılını vermiş. Toplumun dışladığı karakterlerden biri olan Proust, hayatının sonuna geldiğinde geçmişine bakıp en güzel yıllarının acı çektiği yıllar olduğuna karar vermiş. Çünkü Shakespeare'den sonra gelen en iyi yazar olduğu iddia edilen Proust, o yıllarda kendini bulduğunu fark etmiş.
Benim sistemin çirkin yüzünü görmemi sağlayan olaylardan sadece biri bahsettiğim, sempatik gözüken güzellik yarışmasıydı. Beni yarışmaya jüri yapmalarının nedeni beni çok sevmeleri değildi. Gazetede daha iyi yer bulmak, itibar artırmak ve bulunduğum konumu kullanmaktı. Sistemi iyi okuduğunuzda size kurulan oyun bozulmuş demektir.
***
Başkalarına kurulan oyunları bozmak ya da bir oyuna kurban olanların yanında olmak isteyenlere Norveçli yazar Vigdis Hjorth’un sarsıcı romanı Miras'ı tavsiye ederim. Miras, çocuklukta travma yaşamış, ihmal ya da şiddet öyküsü olan insanların o korkusunun ve verilen hasarın kalıcılığı üzerine yazılmış bir roman. Romanın kahramanı Bergjlot’un travması kendisi taciz eden, sürekli korkutan ve korkudan beslenen babasından kaynaklanıyor. Ama yarasını sağaltmayı başaramayışı, annesinden ve onun hikâyesine karşı duyarsız kalmayı tercih eden kız kardeşlerinden... İnsan anlaşılmadığını, duyulmadığını düşündükçe ruhundaki delikler de artıyor. Ve görmezden gelindiğinde de bu travma asla geçmiyor.
‘Miras’, baba ile kızın, taciz eden ile mağdur olanın hesaplaşmasına değil, suça izin verene, mağdurun hikayesini dinlemeyene, kabul etmeyene kalıyor.
Yazar Vigdis Hjorth kitabını, "Bugüne kadar yazdığım en politik eser" diye tanımlıyor. Romanın kahramanı Bergjlot'un babasının yerine bir ülke yöneten tek adam koyduğunuzda yazarın bu söyledikleri çok anlamlı bir hal alıyor. Kendisiden daha güçlü birini kabul etmeyen, zayıf olanı korkutan ve korkutarak karşısındakinin elinden istediğini alan bir adam, bize pek çok şey anımsatıyor.
Sizi buradan alıp "Küçük Gün Işığım" adlı bir filme götüreceğim. Filmde 6 kişilik bir aile, ailenin en küçüğü olan Olive için sarı renkli, vitesi ve kornası bozuk bir minibüsle yolculuğa çıkar. Olive, bir güzellik yarışmasına katılacaktır. Yolculuk sırasında görürüz ki ailenin her bireyinin ruhunda geçmişten kalan delikler vardır. Fakat çıktıkları bu yolculukta yan yana geçirdikleri süre içinde travmaları su yüzüne çıkar ve onlarla hep birlikte yüzleşirler.
Görmezden geldiğiniz hiçbir şeyi düzeltmezsiniz. Siz buna ekonomi, ben ruhunuz diyebilirim. Ya da siz iklim krizi, ben hukuk...