31 Aralık gecesi elbette bir mucize olmayacak, biz 1 Ocak 2022’ye, her şeyimiz temizlenmiş, düzelmiş olarak uyanmayacak, bütün olumsuzlukları ve öznelerini çöplüğe atılmış olarak görmeyecektik. İşte Şubat da bitiyor. İstendiği kadar halının altına süpürülmeye çalışılsın, gündem değiştirme beyhudeliği içinde oraya buraya çemkirilip, selden kütük devşirildiği sanılsın, her türlü istikrarsızlık aynen sürmekte. Bu boğucu hava içinde akıl, bilim, vicdan, etik, mantık elbette kendine yaşam alanı bulamıyor. Çıkın sokağa mesela, “Bir haftada salgında kaç kişi öldü?” diye sorun, bakın bakalım ne yanıtlar alacaksınız. İklim krizinin boyutunu, dün öldürülen kadın, önceki gün saldırıya uğrayan sağlık emekçisi sayısını sorun mesela. Vazgeçtim, çocuğunun okulda hangi dersleri aldığını, sınıfta nerede oturduğunu, öğretmeninin adını sorun mesela, bakalım ne diyecek? Yalnızca son bir yıldan, bin “mesela” çıkarabiliriz. İşi ömrümüzü, hayatımızı düşünmeye kadar uzatırsak, Suat Taşer hocamın dediğince, “deli olmak işten değil!”
Benim kuşağıma kısaca “78’liler” denir ve artık 60’lı yaşlarındadır. Adana sokaklarında sevgili dostum ve yayıncım Ercan Günaydın’la dolaşırken, bunlardan konuşuyor, dertleşiyorduk. Önünden geçtiğimiz dükkânların, mağazaların televizyonları savaştan söz ediyor, her kanalda birileri ahkâm kesiyordu. Savaş makinası yalnızca insanı ve doğayı öldürmez, aynı zamanda niyetleri, tıynetleri, çapları harekete geçirir, herkese ve her alana boy aynası tutar iki dakika göz at, biraz kulak ver, memleketin ve dünyanın içinde bulunduğu sefaleti görür, işitirsin. Ercan, bir ara “Bizim kuşağımız mahvedilmiş bir kuşaktır” deyiverdi. Yakından tanıyanlar bilir ki, ondan böylesine umutsuz, karamsar sözler işitmek zordur. Adam bu cehennemde, yayıncılık denen bir kahramanlığa kitaplar ekliyor. Umutsuz, karamsar bir insan böylesi işler yapabilir mi? Ercan yerden göğe haklıydı. Bu köşeyi okuyanlar, benim de sık sık “kuşaklar kıyımı” dediğimi, “neo ortaçağ” vurgusu yaptığımı anımsayacaktır.
2. MC kepazeliğinden 12 Eylül faşizmine, işkenceden idam sehpalarına, her biri öncekinden beter iktidar sahiplerinden her gün biraz daha kemirilen insan hakları ve demokrasi kültürüne… Bireysel ve toplumsal erozyonlardan dünya liglerinde memleketin tepetaklak aşağılara yuvarlanmasına, bilimden sanata, eğitimden ekonomiye, çevre ve doğa algısından günü kurtarmaktan başka işe yaramayan savrulmalara, öngörü ve temenni adına saçmalamalara… Listeyi herkes kendince uzatabilir ve Ercan’ın ne demek istediğini, bu köşede niye durup durup bunlardan söz edildiğini daha iyi anlayabilir.
TÜYAP Çukurova Kitap Fuarı nedeniyle Adana’daydık. Beş kanat vuruşu ötemizde savaş vardı. Sokaklarda maskeli insan sayısı parmakla sayılacak kadar az, trafik her yerde olduğu gibi kuralsız ölçüsüz, bereketli toprakların arsaya dönüştürmeleri vahim, konserve kutuları sonsuza dek uzanacakmış gibi açgözlüydü. Ama yine de buraları, Orhan Kemal’den Muzaffer İzgü’ye, Yılmaz Güney’den Yaşar Kemal’e, “toprağı sıksan fışkıracak, insanı anlamaya ve anlatmaya adanmış güzel yürekler ordusu”nun cephesi, karargâhı, sahra hastanesiydi. Fuar binasına akan kalabalıklar, “umudunu kesme yurdundan” diyen şairini sırtını okşuyordu. İşte asıl önemli ve değerli olan buydu ama gasp edilen hayatı ve memleketi nasıl göz ardı edip, salt bunların görece avuntusuyla yetinebiliriz?
Köşe tükeniyor, ben daha anlatacaklarıma dair bir girişi bile bitiremedim. Bağışlansın, “seferi köşe yazısı”, imza-söyleşi arası bir otel odasında yazılmaya, gazeteye ulaştırılmaya çalışılmaktadır.
Olup bitenlere dair kaygı, saygı, meşakkat ve bedel ödeme nöbeti şimdi benim kuşağımdadır. Bu kuşak, Mehmed Kemal’in “Acılı Kuşak” diye tanımladığı zincire eklenmiş, her şeye ve herkese rağmen inadını, emeğini ve samimiyetini ülkesine sunmaktadır. İçlerinden kaçını peş peşe yitirmeye başladık, memleket farkında mıdır?
25 Şubat’ta “Çocuk Köyü” adlı eğitim yuvasında çocuklarla söyleşip, kitap imzalarken biraz da bunları düşündüm. Savaş denen belayla bu çocukları tanıştıranları, ilkellik ve gericilik sarmalıyla bu çocukları ele geçirmeye çalışanları düşünüp, bir kararı tazeledim: yılgınlık yok, ya hep beraber ya hiçbirimiz!