Yobazlara, emperyalistlere karşı milyonlarca solmayacak gülümüz, yüreğimiz vardır, bu canım Türkiye topraklarında yaşayanların. Tarihimize, ülkemize ve Mustafa Kemalimiz’e karşı vebalimiz var. Söylenceye göre; kuşların hükümdarı Simurg kuşu, Kaf Dağı’nın üzerindeki tepede Bilgelik Ağacı’nın dalları arasında oturur ve kuşlar dünyasına hükümdarlık edermiş. Ve ne zaman kuşlar dünyasında bir kargaşa olsa ya da mutsuzluklar doğsa Simurg uçar gelir, huzursuzlukları ortadan kaldırır, haklının hakkını, haksızın da cezasını verir ve yeniden bilgelik ağacına dönermiş. Sözün kısası kuşlar onun varlığıyla huzur içinde yaşayıp giderlermiş. Bir dönem gelmiş ki kuşlar dünyasında yaşam zindana dönüvermiş. Sıkıntılar, haksızlıklar ard arda geliyor, yalanın, dolanın önü kesilemiyormuş. Haber salmışlar Simurg’a ve bu adaletli krallarını beklemeye başlamışlar. Bir gün, üç gün, beş gün… Ne gelen var, ne giden! İçlerinden bir kısmı Simurg’un geleceğinden umudu kesmiş, diğer bir kısmı da “Eğer Simurg var olsaydı, şimdiye kadar gelirdi; gelmediğine göre böyle bir kuş yok” diyerek beklemekten vazgeçmişler. Derken, uzak ülkelerdeki kuş sürülerinin o güne dek görmedikleri bir kuş tüyü bulduklarını öğrenmişler. Bunu duyunca, kuşlar krallarının yaşadığını, bu tüyün de ona ait olduğunu anlamışlar. Ve içlerindeki birkaç akıllı kuşun önerisiyle yine “Madem ki o gelmiyor, biz ona gidelim!” düşüncesinde birleşerek, yeryüzünün bütün kuşları Kaf Dağı’na doğru kanat çırpmaya başlamışlar. Günler geçmiş aradan… Yol uzak mı uzak! Uzun yola dayanamayanlar, çeşitli bahaneler uydurarak birer ikişer dökülmeye başlamışlar; önce bülbül dönmüş geriye, tüylerinin bozulduğunu sitemle fısıldamış; oysaki bu tüylerinden ötürü, kafeslere kapatılıyormuş hep. Turna “Ben olmasam aşıklar nasıl ulaşır sevdiklerine?” demiş.
Baykuş viraneleri özlemiş. Ve hep birlikte geriye dönmüşler. Kaf Dağı’na gitmek için yola çıkanlardan geriye kalan az sayıdaki kuş, canla başla kanat çırpmaya devam etmişler. Yolun son kısımlarında “Yedi Tükenmez Vadi”den geçiliyormuş. Son iki vadi olan “yok oluş” ve “ölümsüzlük” vadisine vardıklarında, bütün kuşlardan geriye sadece otuz kuş kalmış.
Bütün güçleriyle bu vadileri de aşmışlar ve Kaf Dağı’ndaki tepeye bilgelik ağacına ulaşmışlar.
Ve bilgelik ağacından öğrenmişler ki, Simurg “Otuz Kuş” demekmiş!
Yani hepsi ve her birisi “Simurg” imiş.

***

12 Mart günlerini düşünürken hepsi ve her birisi “Simurg” olan devrimciler, yoldaşlar DENİZ’ler geldi usuma. Öldürülmeden bir gün önce, 14 Ocak tarihli 1919 tarihli “Die Rote Fahne’’de şöyle yazıyordu Rosa Luxemburg; “Vardım, Varım.Var olacağım! Berlin’de düzen hüküm sürüyor! Sizi budala zaptiyeler! Kum üzerine kurulu sizin düzeniniz. Devrim daha yarın olmadan, sizleri dehşet içinde bırakıp, trompet sesleri arasında şunu bildirecektir. “Vardım, Varım, Var olacağım!” Ben de 19 Kasım 1960 tarihli Türk Solunda şunları yazıyordum. “Devrimci Gençlik, ABD emperyalizmine ve oportünizmine karşı duran gençliktir. Onların görevi sayısının azlığına düşmanın çokluğuna bakmadan ABD emperyalizmine karşı sonuna kadar dövüşmektir! Çok yönlü sorunların, sıkıntıların, baskıların savcısının çekildiği günümüz Türkiye’sinde ekonomi çıkmaza sürüklenmiş, emek ve alınteri ile birlikte ahlak ve manevi değerler dışlanmış, yoksulluk, yolsuzluk, yüzsüzlük zirve yapmıştır. Ekonomiden, güvenlik konusuna kadar yanlış ve çıkarcı politikalar ile içinden çıkılmaz bir bunalım yumağı haline gelen sorunların yanı sıra ülkemizde laiklik ve hukuk devleti anlayışı ve Cumhuriyetin tüm kazanımları ağır biçimde zedelenmiştir. Köktendinci akımlar, laik demokratik cumhuriyeti yıkma söylemlerini aşarak şeriat amaçlı planlar yürütülmeye başlanmıştır. Gün; Türkiye’yi ortaçağ karanlıklarına sürüklemek isteyenlere karşı birleşme, laik demokratik Türkiye Cumhuriyetini koruma günüdür. Gün emperyalizme karşı durma, savaşma kazanma günüdür. Yobazlara, emperyalistlere karşı milyonlarca solmayacak gülümüz, yüreğimiz vardır, bu canım Türkiye topraklarında yaşayanların. Tarihimize, ülkemize ve Mustafa Kemalimiz’e karşı vebalimiz var. Gökyüzü şahittir, bu ülkeyi kurda kuşa yedirmeyiz!..”

GENÇLİK NAMLUDAKİ PAPATYA

Gençlik namludaki papatya gibidir. Papatyalar açıldı, açılıyor. Gençlik gerçekçi olarak imkânsızı istiyor yine, Ve gençliğin önderi de bugün ve yarın, dünlerde olduğu gibi Mustafa Kemal olacak! Çünkü bizleri Mustafa Kemal karşıtı göstermek isteyenlere karşı söylediklerimiz tarihte yazılıdır. Mustafa Kemal’e sahip çıkanlar varsa, onlar da bizleriz. Vargücümüzle Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının çizdiği tam bağımsız Türkiye hayalini yaşatacağız.68’de yakılan özgürlük ateşi hiçbir zaman sönmeyecek! Gönüllerde taht kuran Deniz ile yiğit arkadaşları, halkın gönlünde birer kahraman, gençliğin on yıllardır değişmeyen miti, Türkiye devrimci hareketinin örnek almaya devam ettiği önder kişilikler olarak yaşamayı sürdürüyorlar.

Merhaba Deniz Gezmiş Merhaba. Nice 75 yıllara Deniz. Nice nice yıllara.

KARDEŞİ HAMDİ, DENİZ’İ ANLATIYOR

“Deniz Abim, 1.91 boyuyla ayak parmaklarının ucuna yükseldiğinde başı neredeyse evin tavanına ulaşırdı. Arada bu vaziyette mutfakta iş yapan annem Mukaddes’in arkasından sessizce yaklaşırdı. Annem farkına varmadan arkaya dönüp birden o tepeden bakan abimi görünce korkar, “Deli oğlan!” diye söylenirdi. Sonra birbirlerine sarılırlardı. Ana oğul birbirlerini çok severlerdi. Deniz abim annemin üzülmesini hiç istemezdi. 6 Mayıs’taki son mektubunda da babama hitaben, “Annemi teselli etmek sana düşüyor” demektedir.

Evladının idamından sonra çok acı çekti annem. Abimin üzerinden çıkan parka, postal ve diğer giysileri zaman zaman havalandırmak için gardroptan çıkardığında, onları sevip okşayarak gizli gizli ağladığını ve bunlarla konuştuğunu görüyordum.”

MÜZİKTE, SİNEMADA, TİYATRODA,

EDEBİYATTA VE TV’DE “DENİZ” SİMGESİ…

Uğur Mumcu’nun “Unutma Bizi” metninde, “henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık.bir kadın eli değmemişti ellerimiz bir sevgiliden mektup almamıştık daha. Bir gece sabaha karşı pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına herkes tanıktır ki korkmadık.içimiz titremedi hiç. mezar toprağı gibi taptaze, mezar toprağı gibi taptaze, mezar ytaşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere. Asıldık ey halkım, unutma bizi diye seslenen “deniz”dir… Can Yücel’in “Mare Nostrum”(Bizim Deniz) şiirindeki de O’dur;
“en uzun/en uzun koşuysa elbet/türkiye’de devrim/o, onun en güzel yüz metresini koştu/en sekmez lüverin namlusundan fırlayarak/en hızlısıydı hepimizin/en önce göğüsledi ipi/acıyorsam sana anam avradım olsun/ ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!”

Sonra Sunay Akın’ın “Devrim” şiirinde de o vardır; “kağıt bir gemidir devrim/ bütün gemiler/ hurdaya çıksa da sonunda/ taşıdığı özgürlük şiiriyle/ batmadan yüzer nicedir/ dünya sularında/ kim bilir kaç yunus görmüş/ kaç deniz gezmiş…” Murathan Mungan’ın “geçse de yolumuz bozkırlardan/ denizlere çıkar sokaklar”ındaki “deniz” de O’dur. Adnan Yücel’in “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” adlı şiirindeki “deniz” de! Sonra, Zülfü Livaneli’nin söylediği şarkıdaki “deniz”; “Biraz daha umutluyuz!/ Hoşça kal kardeşim deniz/ biraz daha adam olduk/ Hoşça kal kardeşim deniz/işte geldik gidiyoruz/ hoşça kal kardeşim deniz”

“Ama bu şiiri Nazım yazmıştı. Bu bir zaman uyumsuz(anakronik) tespit olmaz mı Nazım? Örneğin şu Nazım şiirindeki “deniz” de O olamaz mı?, “Denizin üstünde ala bulut/ Yüzünde gümüş gemi/ İçinde sarı balık/ Dibinde mavi yosun/ kıyıda bir çıplak adam/ Durmuş düşünür/ Bulut mu olsam?/ Gemi mi yoksa?/ Balık mı olsam?/ Yosun mu yoksa?/ Ne o, ne o, ne o?/ Deniz olunmalı oğlum/ Bulutuyla, gemisiyle/ Balığıyla, yosunuyla…”

Tıpkı Selda Bağcan’ın dalgası olduğu denizlerdeki, “Denizlerin Dalgasıyım” şarkısındaki “deniz”in de O olduğu gibi; “denizlerin dalgasıyım/ ben halkımın kavgasıyım/ yarınların sevdasıyım/ yenilmedim ki/ gelir günler gelir elbet/ gör o zaman beni beni/ bana neyler zalim felek/ ben ölmedim ki ben ölmedim ki” Nihat Behram’ın her devrimci çocuğu ”Asi Gözyaşları” ile tanıştıran Darağacında Üç Fidan’ındaki “deniz” de…Sonra Behram’ın Karşıyaka’nın Üç Gülü’ndeki de O’dur: “Karşıyaka’nın üç gülü/ denizgülü, yusufgülü, hüseyingülü/ darağacında gömülü/ karşıyaka’nın üç gülü/gezmişgülü, aslangülü, inangülü/ ölümdür kimileyin kavganın tek ödülü” Erdal Öz’ün Turgut Uyar’ın “Herkes ne zaman ölür? Elbet gülünün solduğu akşam” dizelerinden yola çıkarak yazdığı Gülünün Solduğu Akşam’daki “deniz” de O’dur. Öz’ün Defterimde Kuş Sesleri kitabındaki “deniz” de…

Atilla Keskin’in Herkesin Bir Deniz Öyküsü Vardır, 30 Yıllık Hasret ve Acılara Yenilmeyen Gülümseyişler’indeki “deniz”de O’dur. Turhan Feyzioğlu’nun Deniz-Bir İsyancının İzleri’ndeki “deniz” de O’dur. Kimi zaman beyaz perdede görünür…

“Hoşça kal Yarın’daki Berhan Şimşek, Aşk Olsun Sana Çocuk’taki Barış koçak da “deniz”dir. Metin Balay’ın yazdığı AST’ın sahneye taşıdığı Deniz Diye Delikanlı’daki “deniz” O’dur. Yüzyılın Aşkı’ndaki “deniz” de… Bize ekrandan görünen Hatırla Sevgili’de ıslıklarla uğurlanan söylence de O’dur. Bedeni Paris’te pere Lachaise mezarlığında dinlenen ozan Ahmet Kaya^’nın sesinde Attila İlhan’ın “Mahur Bestesi’’dir O; “Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı/ Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı/ Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı/ Gittiler akşam olmadan karardı” Edip Akbayram’ın yanık çığlığındaki Aşk Olsun Sana Çocuk’tur. Sevinç Eratalay’ın ankara’dan Bir haber Var’ındaki “deniz” de O’dur; “Ankara’dan bir haber var/ Dediler Deniz asılmış eyvah, eyvah/ Hele vara Deniz vara/ Hele vara deniz inan, Yusuf yoldaş” Peki bu kadar mı? “Deniz” sadece yukarda örneklerini verdiğimiz yapıtlarda, şarkılarda şiirlerde, oyunlarda, romanlarda, filmlerde, anlatılarda mı? “Deniz” imgesi ya da “denizler” sanatın, edebiyatın her alanında kullanılmaya devam ediyor ve kullanılmaya devam edecek.

(Prof.Dr. Semih Çelenk-Deniz Bugüne Bakıyor-2011-Etki)