Bu yazıyı 26 Ağustos’ta yazıyorum. Usulca yaklaşan güz, Ulucak’ın dağlarına toplanan bulutlardan el sallıyor. Bundan 100 yıl önce bugün, onurlu bir direniş “Artık yeter!” iradesine ve olağanüstü bir cesarete dönüşmüş, emperyalizmin uşaklarına ve işbirlikçilerine karşı son tokat indirilmiştir. Bu tokat, 9 Eylül’de İzmir’in Kurtuluşuyla ve 18 Eylül’de son işgalcinin çekip gitmesiyle, indiği yerde gül bitirmiştir. O gülün adı, “Türkiye Cumhuriyeti” olacaktır. Ben o dağdağalı, güç, çetin ve şimdilerin aymaz tayfasının aklının ermediği bu sürece, “Var oluşumuzun üç ayları” derim. Ağustos, Eylül, Ekim bu ülkenin onur ve muştu aylarıdır. Kuşkusuz Nisan ve Mayıs, sonrasında bu büyük yürüyüşün her adımına tarih düşüren aylar da, bu güle yapraklar, kokular sunmuştur. Takvim akıp gider. Onu yönlendiren, anlamlı ve değerli kılanlarsa öncülerdir, yol arkadaşlarıdır ve halklardır. Tarihi böyle okumadıktan sonra, geçmişle böbürlenmek ne işe yarar?

İşte bu inanmışlık ve örgütlülük savaş meydanlarındaki zaferle yetinmemiş, devrimsel bir sürecin kapısını da sonuna dek açmıştır. “On yılda on milyon genç” yaratan bu duruş, her türlü saldırıya, kemirmeye, saygısızlığa ve düşmanlığa rağmen, akla ve bilime, aydınlanmaya ve ilerlemeye olan inancını, çağdaş hedeflere laik bir anlayışla yürümeye karar veren Türkiye Cumhuriyeti ile kanıtlamıştır. Her türden “ateşe ve ihanete” rağmen…

Biz geçmişe bu duruşla bakmak durumundayız. 26 Ağustosları birer mucize olarak selamlayıp, onu yaratanları saygı ve minnetle anarken, “Bir daha asla!” diyerek ülkemizdeki ve yeryüzünün her yerindeki savaşlara, gericiliğe, sömürüye, taçlara ve tahtlara ve nihayet onları besleyen emperyalizm ile kasası kapitalizme itiraz oluşturmalıyız. Gerçek bir halk önderi ve başöğretmeni olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta Barış, Dünyada Barış” sözünün altında yatan derin felsefeyi bilmeden, bu itirazın parçası olunamaz. Gazi’ye ve ülkemizin kurucu kadrolarına sevgimizin, minnetimizin, saygı ve bağlılığımızın altında yatan gerçekler bunlardır.

Tarih ve barındırdığı olaylar, olgular, kavramlar, kişiler, ancak yaşandıkları dönemin koşulları içinde değerlendirilir. İnsanlığın ilerlemesi, bugünkü yaşam koşullarına ve olanaklarına kavuşması, bu doğru okumayla mümkün olabilmiştir. Tarih geri döndürülemez. Gericiliğin ve geçmişin bugün de yaşayacağını düşünmenin, savunmanın içine düştüğü zavallılık budur. Bir yandan muhafazakârlıkla kendini tanımlayıp, bir yandan dünyanın bugünkü düzeyini yakalamaya, hatta belirlemeye kalkmak tuhaf bir çelişkidir. 26 Ağustosları ve sonrasını yaratanların, yalnızca askeri zaferlerin komutanları ver askerleri olarak değil, belki de ondan daha önemlisi yepyeni bir ülkenin mimarları olarak ölümsüzlüğe ulaşmalarının en önemli gerekçesi, tarihi doğru okumalarıdır. Gelecek, başka türlü çizilemez. Bunu bilmeyenlerin hala din, milliyet, ırk, köken gerekçesiyle düşmanlıkları kısık ateşte tutmaları, tarihin dehlizlerinde gelecek aramaları, antidemokratik ve çağdışı yöntemlerden medet ummaları, bu yanlış ve tehlikeli tarih bilincinden kaynaklanmaktadır. 100. Yılları yaşadığımız bu süreçte, bunları yeniden ve yeniden düşünüp, belleğimizi ve yüreğimizi tazelemek gerekiyor.

Ulucak’ta yağmur başladı. Nazım Hikmet’in “Kuvayı Milliye Destanı”na uzanıyor. Bir yandan üç ayrı hapishanede yazılabilmiş olmasının ve o destanı yaratanların çocukları tarafından okunmasının yıllarca engellenmesinin acısını, bir yandan da yurtseverliğin bir büyük usta eli ve düşüncesiyle eskimeyen bir ders olarak kalmasının onurunu yaşıyorum. Üstüne, Nazım Hikmet ustanın bu büyük destanı yazarken, en önemli esin ve bilgi kaynağının Gazi’nin “Söylev”i olduğu aklıma geliyor. İki büyük yapıtı yanyana okumanızı öneririm. Söylenecek çok şey var, nasılsa söyleriz. Ne diyor Usta?

“Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar / korkak, cesur, hakim ve çocukturlar / ve kahreden yaratan ki onlardır, destanımızda yalnızca onların maceraları vardır…”

Çocuklarınızla birlikte okumalınız.