Bilinen sebepten tribünlere seyirci alınamıyor olsa da ligler devam ediyor. Gösteri devam etmeli kuralı işliyor yani. Tribünde olmasa da ekran başında milyonlarca kişi maçları izliyor. Bilet geliri kalemi eksilse de futbol ekonomisinin çarkları öyle böyle dönüyor.
Profesyonel futbolun artık bir spor değil endüstri olduğu herkesin malumu. Bu devasa endüstrinin kitlelere sunduğu ürün “eğlence”. Ürünün tüketicisi futbol oyununu seven milyonlarca insan.
Dolayısıyla futbolseverlere , izlerken zevk alacakları oyunlar sunabilmek, ürünü arz edenlerin kaçınılmaz hedefi olmalı.
Ancak ülkemizde durum biraz ters işliyor. Futbol ekonomisinden aslan payını alan paydaşlar, ürünün zaten düşük olan kalitesini sanki daha da aşağıya çekmek için çalışıyorlar.
Futbolcular, saha içinde iyi niyetli davranmıyor. Topun kendisinden çıktığını bile bile, taç atışını kullanabilmek için ısrarla el kaldıran, rakibinin ayağına basıp, “ne yaptım ki ben” diye isyan eden, VAR’a rağmen hala kendini yere atıp, penaltı almak için şansını deneyen futbolculara hemen her maçta rastlamak mümkün.
Ekran başında ilgiyi canlı tutabilmek için oyun hızlı oynanmalı. Bizde böyle olmuyor. Seyir süresinin önemli bölümü yere yatan oyuncuların kalkmasını beklemekle geçiyor. Ne tesadüf ki bunlar hep skor üstünlüğünü yakalamış tarafın oyuncuları oluyor. Fenerbahçe'nin kalecisinin Karacabey Belediyesi maçında vakit geçirdiği için sarı kartla cezalandırılması, işin boyutunu anlatmaya yeterli bir örnek diye düşünüyorum.
Seyir zevkini sağlayacak asli unsur olan oyuncuların durumu böyle.
Futbolu yönetenleri kritik etmeye gelince, bunun için kulüplerin haline bakmak yeterli. Gelir gider dengesi sağlıklı işleyen birkaçı dışında kulüpler “batmış” vaziyette. Milyonların sempati duyduğu yapılara kamu otoritesi nasıl olsa yaptırım uygulayamaz, devlet bir çaresini bulur cüretiyle yürüyor işler.
Muadili öz kaynaklardan temin edilebilecek kalitede yüzlerce ithal oyuncu var ülkemizde. Bunların “ödeme zamanında yapılmadı” deyip kaçan türlerine verilen yani boşa giden paralar, kulüp bütçelerinin önemli bir kısmını oluşturuyor.
Bu çarpıklıkları ortadan kaldırmaya odaklanmak yerine, kulis faaliyetleriyle, beyanatlarla rakiplerine zarar vermeyi “iyi yöneticilik” sayan bir zihniyet söz konusu. Kulüp başkanlarının çok azı “Ürünümüzün kalitesini artıralım. Birbirimize zarar vermek yerine ortak çıkarlarımız için işbirliği yapalım” derdinde.
Çoğu, cennete gitmeyi dilemek yerine “diğeri de cehenneme gelsin” diyor.
Teknik direktörler de çoğunlukla “kelle koltukta” çalıştıkları için olsa gerek, bahane üretme konusunda uzmanlaşıyor. İstedikleri transferler yapılsa, kolay goller yemeseler, çok gol kaçırmasalar, sakatlık ve cezalar nedeniyle personelleri eksilmese, elbette bir de hakemler adil olsa mesele kalmayacak.
Hakemler, bu düzenin tartışmasız “günah keçileri”. Hakemlerimiz iyi değil çünkü bu düzen içinde iyi olmalarına imkan yok.
“Ahlaksız… Terbiyesiz… Sen ancak bekçi olursun. Ailene anlatırsın Fatih Terim’i attım diye (Kibirin bundan üstte bir derecesi var mıdır acaba)... Sen futbolu bilmiyorsun...”
Faul kararı vermesi gerekirken hata yapıp oyunu devam ettiren hakemin muhatap olduğu sözler bunlar.
“Yenilgiye tahammülü olmamak” üstün bir özellikmiş gibi anlatılıyor. “Yen de nasıl yenersen yen” yazılı olmayan bir kural gibi işliyor. Ama bu arada UEFA Uluslar Ligi’nde C Ligi'ne düşüyoruz.
Şanı büyük takımlarımız, bütçesi kendilerininkinin yarısı kadar etmeyen takımlara eleniyor. Eksi 11 averaj ve beş yenilgiyle grup maçlarını tamamlayan Başakşehir “yine de fena değildi” diye teselli ediliyor.
Komedya olsa güler, tragedya olsa ağlarız. İkisi de değil.
Tabloya bakınca Ziya Paşa'nın beyti geliyor aklıma: “Canan gide, rindan dağıla, mey ola rizan/Böyle gecenin hayr umulur mu seherinde.”