Her delinin bir köyü vardır... Pardon, “Her köyün bir delisi vardır” demişler; demişler ama, bu iş “deli” sözünden ne anladığımıza bağlı. Yazı başında, temel kaynağımız Türkçe Sözlük'e başvuralım:

“deli sf. l. Aklını yitirmiş olan, akli dengesi bozulmuş olan, mecnun...”

Peki, akıl ne? Akıl dengesinin yitirmenin ölçüsü ne?

Erasmus gibi, çağına damgasını vurmuş bilge, deliliği övgüye değer buluyor. Efesli Heraklitos'un, Demokritos'un, Nietzsche'nin son günlerini düşünelim... Ben en çok da, Wieland'ın “Abderalılar” romanındaki deli-akıllı çatışmasına ilgi duyarım.

Şöyle diyemez miyiz?

-Deliliğin çeşidi, biçimi, derecesi değişik olabilir.

Çoğu “deli”, zararsız sayılır, hatta sevimli bile bulunabilir.

Genel anlayışla “deli” damgası vurulan, bence Gökova'nın en sevimli ve en zararsız insanlarından birisi -adıyla soyadıyla yazıyorum- Ahmet Yasakçı idi.

Hikayeye tam ortasından gireyim:

Bizim Ahmet Yasakçı'yı askere çağırmışlar.

Asker almadaki subay sormuş:

-Adın?

-Ahmet.

-Soyadın?

-Yasakçı.

-Kaçlısın?

-Otuzlu.

-Ananın adı?

-Sultan.

Komutan, pek doğal olarak “Tam, sağlam, askere” diye karar vermiş.

Oysa bizim Ahmet'in bütün bildikleri bunlar...

Durum, teslim olduğu birlikte anlaşılıyor da, Ahmet Yasakçı köyüne dönüyor.

Ahmet Yasakçı'nın romanı veya oyunu yazılabilir. Onu tanıyan kişi de az kaldı Gökova'da.

Ben, klavye başında aklıma geliveren anı ve anektodlar aktarayım Gökova'nın sevimli yüzü Ahmet Yasakçı'dan:

Askerde kendisini tam akıllı sayıp talime çıkarmışlar ve bizimki işin ciddiyetini anlayamadığı için hayli hırpalanmış ya... Ömrü boyunca en çok korktuğu şey kendisine “haydi talime” veya “talim zamanı geldi” denilmesiydi.

Gökova'nın namlı avcılarından Tahsin Yasakçı'nın kardeşiydi Ahmet.

Yengesi Bakiye ona, bebekler gibi bakar; her zaman -koyu renk de olsa- tertemiz giydirirdi.

Köylü, yabancı herkes ona sempati duyar ve cömertçe bahşiş verirdi.

Ahmet, asla ve kata tırtıklı (40 para) veya delik (100 para) kabul etmezdi. Aldığı parayı da doğruca Muhtar Mehmet'in bakkal dükkanındaki kavanoza koyardı. Burada bozuk para öyle çabuk birikirdi ki; babam gerektiğinde buradan para bozdururdu. Toplanan paralarla Ahmet'e bayramlık gömlek, pantolon, ayakkabı gibi giyecekler alındığını anımsıyorum.

Ahmet'e bir işi başlatıverin; gerisini kendisi getirirdi. Mesela; 20 dönümlük bir tarla için bir çift öküzü koşup, ilk çiziyi alın, Ahmet tarlanın gerisini mükemmel sürerdi. Ama, öküzü çifte koşmak veya ilk çiziyi almak, Ahmet'e göre değildi. Nitekim bir keresinde, öküzün birini sağdan, öbürünü soldan yanaştırıp boyunlarına boyunduruğu atmış. Bir sarı öküzün arkasına geçip üvendireyi saplıyor, bir kara öküzün arkasına geçip saplıyor sivri uçlu değneği... Sonra kendi kendisine sesleniyor:

-N'olmuş bunlara yahu?

Net hatırlıyorum: Ahmet Yasakçı'nın, dara geldiği zaman söylediği bir söz vardı:

-Benim anamın mezarını derin kazdılar...

Yasakçı'ların evi, İdyma akropolisinin eteğinde, köyün yukarısında idi. Evin önünde yaşlı bir dut ağacı ve orada tavuk kümesi vardı. Bizim Ahmet bakmış, tavuklar kümese giriyor, “gak gak” diye aşağı atlıyor. Bakıyorlar, kümeste yumurta. Ahmet Yasakçı, kendi aklınca; “ben de mendivenle aynı şeyi yapsam, kümeste yumurtam kalır” diye düşünerek, çıkıyor üç-dört metre yüksekteki kümese; “gak gak” diye gıdaklayıp atlıyor aşağı; elbette iki ayağı kırılıyor...

Ahmet Yasakçı'nın bir huyu vardı. Her zaman, Gökova'nın en güzel kızına abayı yakardı. Düğünün ne zaman olduğunu sorduğunuzda cevabı hazırdı:

-Harmana veya tütün satımına...

Sonrası mı?

En kısa zamanda o kıza kısmet çıkar, evlenip gelin giderdi.

Ne gam? Ahmet, hemen yeni bir kıza aklını takar ve ona da hemencecik talip çıkardı. (Bazı kızların, “Ahmet bana yansa da, nasibim çıksa” diye söylendiği bilinir.)

Bizim köyde adı Ahmet olan birçok erkek vardı. Adı Ahmet olmayanlar, “Ahmet'lerden akıllı çıkmaz” dediklerinde Yasakçı:

-Bir ben varım akıllı, derdi.

Yarımadamsı tepecikteki Yazılıtaş semtinin eteğindeki kışlada, bir mangalık bir asker birliği vardı. Birliğin ekmeği, köyün içindeki Halil Amca'nın fırınında çıkarılırdı. Fırıncı da Harun isimli güleç bir askerdi.

Yasakçı'ların Ahmet bir gün, sığır gütmeden şıpıt gibi (sırılsıklam) dönerken Harun bunu fırına alıyor; bir güzel ısındırıp, üzerine asker giysisi giydiriyor mu? Dahası, toprak tasta un çorbası yapıyor; üstelik eline bir de -o zaman köyde pek görülmemiş- bir demir kaşık veriyor. Oluyor mu sana bizim Ahmet, çakı gibi asker?

Harun Ahmet'in omzunu sıvazlıyor:

-Türk askeri korkmaz, dönmez geri, diyor.

O günden sonra kim korkutur Ahmet Yasakçı'yı?

Çomuk çocuk, bir sürü kendini bilmez:

-Ahmet Yasakçı, talim zamanı geldi dedikçe Ahmet, demir kaşığı yürek cebinden çıkarıp, “silah omuza” diye sol omzuna yaslayıp, marş marşla köy içinde sert adım yürümeye başlıyordu:

-Türk askeri korkmaz, dönmez geri!

Gökova'nın simgesi ve sevgilisi Ahmet Yasakçı, bir bayram öngünü (arefe) öldü. Görülmemiş kalabalığın katıldığı törenle mezara verildi.

Ben de cenaze alayındaydım. Farkına vardım; Ahmet Yasakçı, yıllarca kendisini alaya alan hemşehrilerine hakkını helal etti.

Ben de mezarının başına ölümsüzlük bitkisi mersin (Murtus communis) diktim; orada Afrodit'le birleşsin diye...