Çocuklara, kadınlara, hayvanlara, LGBT+’lara ve göçmenlere yönelik korkunç bir şiddet sarmalının içinde yaşadığımız inkâr edilemez bir gerçek. Narin, Ayşenur Halil ve İkbal Uzuner’in hunharca katledilmesi, bu tüyler ürpertici tablonun yalnızca birkaç somut örneği. Böylesi vahşet karşısında gösterdiğimiz tepkiler, toplumsal ve kültürel iklimimizin karanlık bir yansıması.
Peki, bu karanlık manzarayı nasıl anlayacağız? Kesin olan bir şey var ki, basit açıklamalarla yetinemeyiz. Olayları magazinleştirmek, dedektifçilik oynamak veya komplo teorilerine sığınmak, sorunların üzerine örtmek ve çözüm bulmayı imkânsızlaştırmaktan öteye gitmez. Narin cinayetinin ardından yaşanan medya ve sosyal medya lincini hatırlayın. Olayın dehşeti yetmezmiş gibi, magazinleştirme ve komplo teorileriyle gerçekler çarpıtıldı. Ayşenur Halil ve İkbal Uzuner cinayetlerinde de aynı acı tabloyla karşılaştık. Sansasyonel haberler ve spekülasyonlar, gerçeklerin üzerini örttü.
Bu noktada, şiddetin, özellikle de toplumun kırılgan kesimlerine yönelik şiddetin kaynağına inmek gerekiyor. İşte bu nedenle, bu yazıda, son dönemdeki olaylar üzerinden, toplumsal dinamikleri, kültürel eğilimleri ve özellikle Z kuşağı ile ilişkilendirilen şiddet söylemini incelemeye çalışacağım. Eskişehir’de yaşlılara yönelik yapılan saldırı, "incel" kültürü, aşırı sağ örgütlenmeler ve onların kullandığı iletişim kanalları, son zamanlarda kamuoyunun gündemine oturdu.
Tüm bu kuşak çatışmalarının verdiği dinamikleri konunun bağlamından koparamayız. Her yeni kuşak, bir önceki kuşağı eleştirir ve onların değerlerini sorgular. Bu, tarihsel bir süreç. Ancak, Z kuşağı söz konusu olduğunda, bu eleştiriler çoğu zaman haksız genellemelere dönüşüyor. Z kuşağını bencil, aptal veya apolitik olarak yaftalamak, hem kolaycı hem de yanlış bir yaklaşım. Elbette ki Z kuşağının da kendine özgü sorunları ve çelişkileri var. Ancak bu sorunları, neoliberal sistemin yarattığı güvencesizlik, gelecek kaygısı ve acımasız rekabet ortamı bağlamında değerlendirmek gerekir. Bu kuşak, savaş ve büyük ekonomik krizler dışında, böylesine bir yoksunluk ve güvencesizlikle karşılaşan ilk kuşak. Bu durumun onları öfkeli ve isyankâr kılması doğal. Ancak bu isyanın, kimi zaman yanlış hedeflere yöneldiğini; örneğin yaşlı nefretinde gördüğümüz gibi toplumsal dayanışmayı zedelediğini de unutmamak gerek. Asıl sorun, gençlere güvencesiz bir gelecek sunan neoliberal sistemin ta kendisidir.
Neoliberal sistemin sonuçlarından biri olan yaşlılara yönelik nefret söylemi ve yaşlıların haklarına yönelik saldırılar, sosyal medyada da giderek artıyor. Bunun nedeni, kapitalizmin, üretim süreçlerine doğrudan katkı sağlamayanları "yük" olarak görmesi. Bu bakış açısı, toplumsal dayanışmayı baltalıyor ve gençleri yaşlılara karşı kışkırtıyor.
Toplumsal dayanışmanın zayıflaması ve gelecek kaygısı, intihar oranlarının artmasında da etkili oluyor. İnsanlar, çaresizlik ve umutsuzluğa kapılarak hayatlarına son veriyorlar. Daha da ürkütücü olan, toplumun bu trajedilere verdiği tepkiler. İntihar gibi bir olay karşısında bile, bazı insanların kendi rahatlarını düşünerek öfke duyması, toplumsal değerlerimizin ne kadar aşındığının bir göstergesi.
Bu değer aşınmasının bir başka yüzü de "tabu"ların yıkılması. Ensest, cinayet gibi konular normalleştiriliyor, şiddet pornografik bir metaya dönüştürülüyor. İnternet forumlarında, aşırılık şovları düzenleniyor ve en sınır tanımaz, en gaddar olan "kabul görüyor." Bu durum, gençlerin ahlaki değerlerini yitirmesine ve şiddete bir çözüm yolu olarak bakmasına yol açabiliyor.
Peki, gençleri bu kadar öfkeli ve şiddete eğilimli hale getiren nedir? Yanıtlardan biri, neoliberal sistemin beslediği bireyci ve rekabetçi kültür. Gençler, sürekli "başarılı," "biricik" ve "kolay yoldan zengin" olmaya teşvik ediliyor. Andrew Tate gibi figürler, bu zehirli ideolojinin yeni yüzleri. Sosyal medya, girişimcilik masallarıyla dolu. Oysa gerçekte, çoğu genci güvenli bir gelecek beklemiyor. Bu belirsizlik ve haksızlığa uğramışlık hissi öfkeye ve bazı durumlarda şiddete dönüşüyor.
Sonuç olarak, kapitalizm, şiddeti görselleştiriyor, normalleştiriyor ve hatta özendiriyor. Çocuklarımızı bu zehirli ortamda koruyabilmek için radikal önlemler almak zorundayız. Şiddetin köklerine inmeli, toplumsal ve ekonomik eşitsizlikleri gidermeli, gençlere daha adil ve güvenli bir gelecek sunmalıyız. Eğitim sistemimizi kökten değiştirmeli, medyanın şiddeti özendirmesini engellemeli ve toplumsal dayanışma ağlarını güçlendirmeliyiz. Seri katil çağı bitmiş olabilir; ama yerine daha kitlesel ve örgütlü şiddet biçimleri geldi. Bu yeni tehditlerle mücadele etmek için de daha etkin yöntemler bulmalıyız. Aksi takdirde, barbarlığın karanlığına gömülmekten kurtulamayız.