07. 09. 2018 cuma günü HalkTV’de Cumhuriyet’in Alev Coşkun başkanlığındaki Vakıf yönetimine geçtiğini duyduğumda büyük bir sevinç yaşadım. Ertesi sabah ilk işim, gazeteciye giderek, “Bir Cumhuriyet lütfen!” diyebilmenin tadını çıkardım, özlem giderdim.
Bu değişim bana 13 Eylül 1993 günlü Cumhuriyet’te çıkan “Cumhuriyet’in Kuvvet Çizgisi” başlıklı yazımı anımsattı (Onu daha sonra TÜRKİYE’DE SOL, TİYATRODA ROL adlı kitabımda da yayımladım).
Bugün o yazıdan kısa bölümler aktarmakla yetineceğim:
“Cumhuriyet’in yayın yaşamında (…) önemli sarsıntılar olmuştur. Ben, son ikisini bir Cumhuriyet okuru olarak yaşadım: İlki 1971'in 5 Temmuz'unda, ikincisi 1991’in 5 Kasım'ında (...). Her ikisi de birer askeri darbenin başlattığı süreçte oldu. Her iki seferinde de Cumhuriyet'in özünü ve kimliğini oluşturan (en azından okurun öyle gördüğü) yönetici, yazar, muhabir ve başka emekçi insanlar gazeteden ayrıldı. Sonuçta, okurun protesto eylemiyle geri döndüler.(…) / Cumhuriyet ailesinden hemen herkesin aynı ölçüde bildiğinden, yorumladığından, duyumsadığından, beklediğinden, yinelediğinden, vb. hiç kuşku duymadığım olguları bir kez daha dile getirmenin dışında sözüm olmayacak burada
Ama bu yazıyı yazmamın yine de bir amacı var: Yalnızca gazetecilik değil, genel olarak medyalar boyutundaki acımasız gelişmelerin, Cumhuriyet çevresinde zaman zaman açtığı gedikler karşısında, artık çoktan tarihsel bir kültüre dönüşmüş bir duygu ve ölçüt, bir gönül ve bilinç birliğini canlı tutmaya katkıda bulunmak. Çünkü Cumhuriyet bununla yaşam kazandı, bununla da yaşamını sürdürecektir. (…)
Neden Cumhuriyet'e daha çağdaş bir atılım, daha gerçekçi bir yön verilemiyor? Oysa günümüzün kitle iletişim yöntemlerinde bunun temel kurallarını artık bilmeyen yok (…): Birinci koşul sermaye; sonra kitlelerin derin güdüleri doğrultusunda gereksinim imgeleri üreteceksin, onları bu imgelere göre yönlendirip kullanacaksın. Bütün dünyada bu kural, kimileyin gizli, kimileyin de açık biçimde uygulanıyor. Ülkemizde ise aynı kural, kabalığın son kertesine götürülmektedir: Kimileri manevi yaşamı, kimileri maddi yaşamı alabildiğine sömürüyorlar. Çoğu gazete, okuyana değil; okumayana yanıt verme çabasında... Kitlelerin bilinen eğitim düzeylerine göre gazete alabilir kesimler üstünde: bir piyasa yarışına girme zorunluluğu vardır. Tam anlamında bir sunu-istem ilkesine dayalı bir medya pazarı söz konusudur.(…)
[Oysa] bir kitlesel olay olarak Cumhuriyet, sunu-istem kuralını aşan bir iletişim biçimidir. Onu belirleyen yönlendirici derin düşünce, salt bir basın politikası değil; özellikle 1) bilimsel bilinci, 2) estetik duyarlılığı ve 3) demokratik toplum yaşamını (ama ne yazık ki şimdiye değin yalnızca kuramsal olarak) kavramış ve ülküleştirmiş bir topluluğun tarihsel özlemi olarak açıklanabilir. Bu anlamda Cumhuriyet, biçemi değişik bir gazeteyi değil, türü değişik bir iletişim ağını belirler. Başka deyişle, Cumhuriyet, salt sayfa düzeniyle, bol yazılı olmasıyla, boyasız görünümüyle belirlenen bir gazete türü değil, belirli bir insan niteliğini çağrıştıran bir ölçüdür.(…)
Okuyanı da yazanı da yöneteni de yazılmamış, ama ödünsüz işleyen bir tür anayasanın ilkelerine uymak durumundadırlar. Bu anayasa, Kuva-ı Milliye eyleminin ve Cumhuriyet devrimlerinin esinlediği bir tür namus sözleşmesidir. Cumhuriyet Gazetesi aracılığıyla da kuşaklar arası bir boyutta tutulabilmiştir. Neden mi? Çünkü Cumhuriyet, parti yokluğunda parti, sanat yokluğunda sanat, kitap yokluğunda kitap, bilgi yokluğunda bilgi, politika yokluğunda politika ya da hiç değilse umut yokluğunda umut kaynağı olarak işlemiştir.”
Gönülden dileğim şudur: Onu bir daha, sonsuza değin elimizden kaçırmayalım!