Charles Bukowski, 50 yaşına gelmeden önce geçimini postanede mektupları tanzim eden bir memur olarak sürdürüyordu. Aldığı maaş çok azdı. Ve o bunun çoğunu içkiye harcıyordu. Kalanını da at yarışlarına yatırıyordu. Geceleri içiyor, bazen daktilosunda şiirler döktürüyor ve sonra sızıp kaldığı yerde uyanıyordu. Alkolik, kadın düşkünü, kronik kumarbaz, zorba, cimri ve en kötü günlerinde de şairdi.
Yazar olmak istiyordu. Ama yıllarca pek çok yayınevi, dergi ve gazete onu geri çevirdi. Yazılarının ham, iğrenç, korkunç, ahlaksız olduklarını söylediler. Ret mektupları biriktikçe Bukowski de alkolün tetiklediği büyük bir depresyonun içine düştü. Tüm yaşamını kendisine lanetler okuyup başarısızlıklarla geçirirken, yazdıklarına denk gelen küçük bağımsız bir yayınevinin editörü ona tuhaf bir ilgi duydu. Bu editör 50 yaşındaki bu adama fazla para ve satış garantisi veremiyordu. Fakat bir şans sunuyordu. Bu onca yıl içinde Bukowski'nin eline geçirdiği ilk fırsattı ve kendisinin de bildiği gibi tek fırsattı.Bukowski editöre şöyle yazdı: Ya bu postanede delireceğim ya da istifa edip yazarı oynayacağım ve açlıktan öleceğim. Ve ben açlıktan ölmeye karar verdim.
Kontratını imzaladıktan sonra ilk romanını 3 haftada yazdı. Adı Postane'ydi... Bukowski işine devam edecekti, 6 roman ve yüzlerce şiir yazacaktı. Kitapları 2 milyondan fazla satacaktı. Popülerliği herkesin ve özellikle kendisinin beklentilerini aştı. Bunu vazgeçmediği, sonuna kadar direndiği için başarmadı... Kendisi olduğu için başardı. Mezar taşında bu yüzden "Çabalama" yazıyordu. Kavuştuğu üne rağmen mutsuzdu.Çünkü zaten mutsuz bir kişiliğe sahipti. Başarısı, edebiyatın parıldayan, kelimelerle mucizeler yaratan bir yazar olmasıyla ilgili değildi. Çekinmeksizin kendisine karşı dürüst olmasıyla ve bunu olduğu gibi yansıtmasıyla alakalıydı. Yazılarında başarısızlıklarını bocalamadan, kuşkuya düşmeden anlatabiliyordu. Ne, ün ve başarı onu daha iyi biri yaptı. Ne de daha iyi birine dönüştüğü için bunları kazandı.
***
Kendimize karşı dürüst olmadığımızda, bir başkasını oynadığımızda sorunları sadece öteleriz. Ötelenen sorunlar da hiç bir zaman çözüme kavuşmaz. Hatta daha da büyüyebilir. Günü kurtarmak pek bir fayda getirmediği gibi zarar da getirir. Bunu da en iyi örneklerini sosyal medyada görebiliyoruz. Dünyayı, ülkemizi ya da kentimizi olumsuz etkileyen bir takım olaylara karşı duyarlı gibi gözüküp, bir kaç satır yazarak ve birkaç fotoğraf paylaşarak ancak beğeni toplanır. Başka da bir şey sağlanmaz. Bunu yapanlar sadece kendini kandırır.
Gerçek tepki verilmediğinden, dürüstçe ortaya çıkılmadığından, tartışma ve konuşma zemini hazırlanmadığından hiç bir sorun çözülmüyor. Gelecek için, çocuklarımızın hayatı için önemli bir adım atılmıyor. Sadece, olaylar birkaç klavye takırdama sesi eşliğinde izleniyor.
Mesela kadına şiddet... Önceki gün yine 2 kadının hayatlarına eşleri tarafından son verildi. Sosyal medyada bu konuyla ilgili bu olay öncesine kadar milyonlarca paylaşım yapıldı. Ama buna bir çözüm bulundu mu? Hayır!
Peki bunu yazarken neden medya demedim? Bizleri, yani gazeteleri ve televizyonları artık bir kenara koyuyorum. Çünkü, ara sıra içinden değerli bir şeyler de çıkabileceğini hatırlatarak çöp olduğumuzu düşünüyorum.
Son olayda Kaz Dağları ile ilgili Kanadalı maden şirketini eleştirenlere Bodrum'u yakıp betona dönüştüren Türk inşaat şirketlerine karşı geçmişte ne tepki verdiniz diye sorduğunuzda cevap verememelerini, kendilerine dürüst olmamalarına bağlıyorum. Bu arada da lafım Kaz Dağları'na giden binlere değil, gitmeyen milyonlara... Türkiye'nin pek çok yerinde doğaya karşı bir zulüm var, yapılanlar da gösterilmek istenmediğinden bir sansür var ve buna sessiz kalan bir de kitle ... Görmezden gelirsen, görmezden gelinirsin. Önce bir ağacın gölgesine hasret kalır sonra da yok olup gitmeye mahkum olursun...