NE GÜZEL ŞEY HATIRLAMAK SENİ
Yaz dönemi çalışmalarım için Gökova'da, yani senin Cova'ndayım.
(ÖNSÖZ gibi haber vereyim; birkaç dergi ve gazeteye köşe yazısının yanı sıra-çoğu kişi gibi, senin de benden beklediğin “GÖKOVA”yı yazıyorum.)
Yine hemen baştan yazayım:
Buralar, senin bıraktığın gibi değil.
Bodrum'u “Zepyria” (Bahar Yeli Memleketi) olarak değil “Bedroom” (Yatak odası), mavi yolculuğu sefahat seferi sayanlar çoğaldı.
Buralar kalabalık. Çoğu kez, olanca insan arasında, yapayalnız duyumsuyor insan kendisini. Platon'un “Şu bizim deli-bozuk Sokrates” dediği Sinop'lu Diogenes gibi, güpegündüz eline fener alıp, bunca insan arasında “ADAM” arayacağı geliyor insanın.
Ama yine de, senden aldığım pozitif enerji sayesinde karamsarlığı yaklaştırmıyorum yanıma.
Aslını sorarsan; akımsar olmam için bir nice gerekçe var.
Önce, kitaplarını sorarsın bana.
İlk romanın “Aganta Burina Burinata”nın basım sayısının 50'yi bulduğu haberiyle başlayım. BİLGİ Yayınevi'nin “Bütün Eserleri” dizisinde çıkan kitaplarının sayısı 30'u; hakkında yazılan kitap ve tezlerin sayısı da 10'u geçti. “Aganta” ile “Uluç Reis”, Milli Eğitim Bakanlığı'nın önerdiği “100 Temel Eser” arasında. Merak buyurma; yazıların, her dem gençler tarafından, taze bir heves ve iştiha ile okunuyor...
Balıkçı, yaşıyorsun ve yaşayacaksın ama, ete-kemiğe bürünmüş gibi aramızdasın.
Son yaşadığım bir olayı aktarayım örnek olarak:
Akyaka'da, Türkoğlu Market'e bize ayrılan üç-dört gazeteyi almak üzere girdiğimde, genç ve güzel bir kadın (seven ve üreten kadının yaşlısı ve çirkini olur mu?) beni görür görmez:
-Merhaba Halikarnas Balıkçısı, diye çığlık atıp sarıldı bana.
Kadının kucağında karpuz vardı. “Vardı” diyorum; zira o genç ve güzel kadın, sen yerine bana sarılırken, karpuz yere düşüp paramparça oldu. (Göbeğini senin adına, üleştik!)
-Hep genç ve güzel bayanlar mı, diye soracaksın.
Değil elbette. Bizim cinsten de çıkmaz mı seni anlayıp, Anadolu'yu seven?
Her Muğla Pazarı (Perşembe) günü Muğla'ya gidiyoruz, gelinin Tülay ile. O, pazar işleri bakanlığı görevini yerine getirirken, ben yazısı oğlun da Muğla Büyükşehir (yanlış yazmadım, Muğla “Büyükşehir” statüsüne alındı) ile Menteşe belediyelerine uğrayıp, sanat, kültür ve yayın işleri hususunda görüşüyorum. Karşılaştığım hemen herkesle, seni aklımızda tutarak “Merhaba”laşıyoruz.
Menteşe Belediyesi Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Şube Müdürlüğünde yeni göreve başlamış Hakan adlı (genç ve yakışıklı) bir arkadaş da, Türkoğlu Market'teki genç ve güzel kadın gibi davrandı:
-Hayalim gerçekleşti, Balıkçı'yı kitaplarından tanıyorum ama, şimdi onu yaşatan oğlu Şadan Gökovalı ile tanışıyorum, dedi.
Senin oğlunum ya; böylesi durumlarda senin yaptığın gibi, altına saklanacak masa aradım. Dakika sektirmeden, Hakan, benimle selfi çektirdi. “Selfi” de neyin nesi, diyeceksin.
Senin ömrün boyunca söylediğin, yazdığın gibi; teknoloji mevzuattan hızlı gidiyor; bizim gibi “orta genç” kişiler bile, buluşları izlemekte zorlanıyoruz. Bu “Selfi” dedikleri şeye, TDK “Özçekim” karşılığını önerdi ama, Amerikanca, Türkçeyi bozmaya devam ediyor.
Eskiden insanlar kitap okurdu; şimdilerde daha çok cep telefonu, biraz daha ileri giderek “akıllı” cep telefonu kullanıyor. Düşünme dışında her şeyi yapıyor bu gavur icadı. “Gavur icadı” ama, en çok kullananlar biz Müslümanlarız.
İşte “Özçekim”, bu nev zuhur (yeni çıkmış) mobil telefonlarla, (yanındakiler ve arkadaki görüntülerle) fotoğrafınızı çekmek.
İşte, yeni PR'ci (Public Relations: Halkla İlişkiler Uzmanı) Hakan; kendisiyle benim fotoğrafımızı çekti.
Yine an itibarıyla yaşadığım olay: (Cep) Telefonum çaldı. Ekrana bakıyorum: Arayan, Lisede beni Osmanlıcanın karanlığından çıkarıp, Türkçenin aydınlığıyla buluşturan Edebiyat Öğretmenim Suzan Sunguroğlu. (Yazıya ara verip konuşayım.)
Suzan (şimdilerde 90'ını süren genç ve güzel) Öğretmenim, kendisine kargo (bu da yeni ve pahalı bir bilgi-nesne gönderme yöntemi) ile dün yolladığım kitabı aldığını muştuluyor.
Hangi kitap olabilir?
-Senin, "Adalar Denizinde nice yelken ve yürekleri şişirdikten sonra "kendi yaşamını, özellikle Bodrum yıllarını anlattığın "Mavi Sürgün"ü eline ulaşmış.
-Çok özlediğim sevdiğime kavuşmuş gibi oldum. Dönüp dönüp okuduğum başyapıttı. Benden birisi aldı ve geri getirmedi. Sen beni sevgilime kavuşturdun. Sağ ol!
Böyleyiz Suzan Öğretmenimle. Ben Aydın Ticaret Lisesi'nden 1957 yılında mezun olduğuma göre, 60 yıldır birbirimizi görmüyoruz. Ama, bir kitabım ya da hakkımdaki bir yazı, bizi yeniden buluşturdu. Kendisine, sana yazmakta olduğumu söyledim; susuştuk.
Balıkçı; bana en sok sorulardan birisini:
-Balıkçı ile nasıl tanıştınız?
O anın heyecanını yeniden, tüm canlılığıyla anlıyorum:
"Hızlı adımlarla, haber araştırmasından, çalıştığım Ege Ekspres Gazetesi'ne gidiyordum. Yıl, 1958 yılı Ekim ayının ikinci yarısı olmalı. (Tarih notu düşmemişim. Nereden bileceğim bu tanışmanın, yaşamımda yeni bir yol açacağını?) Dağların gerçek yüksekliğini algılayabilmek için biraz geri çekilmek gerekir, di mi ya!)
O zaman adı "Sulu Mezar" diye anılan, Gümrük-Konak arasında bir sokakta yürürken, arka arkaya patlayan gök gürültüsüne benzer sesler duydum. Bu, Sabah Postası Gazetesi tahta merdivenlerinden inen bir dev adamın ayak sesleriydi. İki ayağı ve bastonu ile yere en sağlam düzlem olarak basıyordu. Başındaki, hafif yana kaykılmış beresiyle bulutlara dayanıyor gibiydi.
O güne dek Balıkçı'yı -görmeyi bir yana bırakın- fotoğrafını bile görmüş değildim. Yalnız, liseye gidip gelirken, yolumun üstünde, kapanmış bir kitapçının vitrininde boyru bükük yatan, hafifçe tozarmış "Ötelerin Çocuğu" kitabı dikkatimi çeker, sevgiyle bakışırdık. Buna rağmen Sabah Postası kapısından sabah çıkan adamın "O" olduğunu kestirdim:
-Merhaba, dedim, "Ben Şadan Gökovalı, senin Cova'ndan!"
Merhaba ey insanların irisi
Merhaba ey deniz gözlüm
Merhaba seni doğuran anaya
Seni Bodrum'a sürenlere merhaba!
Balıkçı öyle bir 'Merrhaba' patlattı ki; devrileyazdım.
Düşer gibi oldum, çünkü o zaman, gönüldeşi Sabahattin Eyuboğlu'nun 'Balıkçı'ya Merhaba diyen, ayakları üstünde sıkı durmalı' sözünü bilmiyorum daha.
Savsaklamadan merhabalaştıktan sonra 'Baba':
-Ha, öyle mi, gel, dedi.
Sabah Postası'nın tam karşısında, köşede, dar açılı üçgen planlı çayevinin önündeki iki tabureye oturduk.
Orada bir dakika mı konuştuk, bir gün mü bilmiyorum.
'Geliş' o geliş ya da 'gidiş' o gidiş.
Ben Uluslararası Yayın Semineri dolayısıyla ABD'de bulunduğum sırada, 13 Ekim 1973 Cumartesi günü, saat 15.15'te:
-Benim için tasalanmayın. Mavilikleri görüyorum. Çiçek kokuları dokunuyor burnuma, diye son soluğunu soluduğu ana kadar, hep bir durak yakınında bulundum Balıkçı'nın...
DOĞDUN, SEVDİN. ÖLDÜN
1973 yılına girilmezden birkaç gün önce, yeni yıl dileğini almak için, TRT'den çalışma arkadaşım Okay Sağtürk ile "Merhaba" apartmanında ziyaret etmiştik seni.
İnsanlığa mesajını belleğime ve banda yazımlamıştım:
"Ben On dokuzuncu yüzyılın sonlarında doğdum. Erken gençliğimde Birinci Dünya Savaşı patladı. Her ne kadar savaşlara 'Birinci', 'İkinci' diye numrö koyuyorlarsa da, patlayan ilk savaş bitmedi. Hala da devam ediyor. Dünyada bir rahatsızlık var. Yirminci Yüzyıl, şimdiye kadar yaşanılan yüzyılların en ilgincidir. Dünyanın bu yüzyılın sonlarına doğru kurtulacağını bekler gibiyim. Dilerim, girdiğimiz yeni yılın günlerinden bir günü o mutlu gün olsun!"
TRT adına resmi görevim bittikten sonra beni alıkoymuş ve kendi ağzından seni yazmamı beklediğinin sinyalini vermiştin.
Söyleşimiz sırasında bilginlerin Doğulu bir hünkara, uzun uğraşlardan sonra insanlık tarihini şu cümle ile özetlediklerini söylemiştin:
“İnsanlar doğdular, savaştılar, öldüler.”
Senin özetlemen ise şöyle olmuştu:
“İnsanlar doğdular, sevdiler, öldüler.”
O an, seni anlatacağım kitabın adını vermiş oluyordun bana:
“Ben Halikarnas Balıkçısı. Doğdum Sevdim Öldüm”
Bu kurtulma hızını aldıktan sonra, akarsuyun yatağında akışı, bir çobanın sonsuz evrene bakıp kavalını üfleyişi, halk ozanının şiirini söyleyişi gibi satırlar dökülmüştü tuşlardan. İtiraf edeyim; “neleri yazayım” diye değil, “neleri yazmasam” diye zorlandım. Öylesine doldurmuşsun ki belleğimi; bu kitaba almadığım anılarla birkaç cilt daha yazabilirim.
Kitabım(ız)da özetleyiverdiğim başlıca konular:
Puslu Yıllar, Robert Kolej'de, Oxford Yılları, Nasreddin Hoca, Aisopos, “Fatal Gece”, İşgal Sopası, “Size Bir Şey Anlatmak İstiyorum, “Karanlıktan Gökkuşakları”, Üsküdar Karakolu, İstiklal Mahkemesi'nde, Bodrum Kalebentliği, “Halikarnas Balıkçısı”,“Hoşbulduk Belim Dede “Zeytinci Musa”, ”, Asıl Sürgün, “Hangi Homeros”, Yeniden Bodrum, Bitkiler Arasında, Turunçgil, Antep Fıstığı, Muhteşem Safiye Ayla Konseri, Ege Bitki ve Kadınları, Dünya Şairler Kongresi, Üç Bilge, Toprak Ana, Bitkilerde Ölüm Korkusu, Hayvan Gözlemleri, “Anamdan Gelen Mektuplar”, “Peygamber ve İslam”, “Gezdirdiğim Ünlüler”, Rus Denizaltıları, Türkçenin kaderi, “Yatağan” Adı, “Nasıl Yazarım”, Cevat'ın Albümü, “Anadolu Uluları”, Muğla Atatürk Anıtının Andezitleri, İzmir Kültürpark'ın Ağaçlandırılması, Rehberlik İlkeleri, Apoloniyen ve Dionysiak Anlatım, “Hey Koca Yurt”, Radyo Konuşmaları, “Atatürk: Mukadderatın Adamı”, Mezar Yazıtları ve Mezartaşım, “Şadan Ayrılırken”, “John Noonan'dan Mektupla Naklen Yayın”.
Eklemem gerekir ki; Türkiye Rehberler Birliği (TUREB) Başkanı A. Zeki Apalı, kitabımız hakkında mutluluk ve gurur verici bir önsöz yazdı. Ben de seninle ilgili olarak söylenmiş ve yazılmış sözlerden bir tutam koydum ortak kitabımıza.
Hadi övünmek olsun, yineleyeyim: Düşündükçe, “Doğdum Sevdim Öldüm”e almadığım nice anı var. Senin hep dediğim gibi, belleğim senin sözlerin için, plaktan, teypten daha sağlam saklayıcı...
ÇALIŞMA RAPORUM
Balıkçı;
Senden öğrendiğim nice şeyden birisi, yorulma ve dinlenme tanımı. Beş dakika soluklanmadan bir başka işe, başka bir yazıya giriştiğin zaman sorardım:
- Usta, bu nasıl iş, hem “yoruldum” diyorsun, hem de hemen başka yazıya geçiyorsun?
Cevabını sana hatırlatayım mı:
- “Dinlenmek” ne demek yahu Şadan? Dinlenmek uğraş değiştirmek demek. İnsan hep dinlenecek olsa dinlenmekten yorulurdu. Bernard Shaw'ın dediği gibi: “İnsanlara, çalışma günlerinin daha zevkli olduğunu göstermek için bayram ve tatil günler icat edilmiştir.”
- Şimdi sözü niçin buraya getirdiğimi merak edersin. Açıklayım: Ben de insan, üstelik seni örnek alan bir kişiyim. Tembellik kadar beni yoran bir şey yoktur.
Yineleyim: Kültür ve Turizm Bakanlığı İzmir İl Müdürlüğü'nün moderatörlüğünde yayınlanmakta olan “Türkiye/İzmir” dergisinin her sayısına, İzmir ve yöresine değgin anımsatma yazıları yazıyorum. Efes'i, Bergama'yı, Kadifekale'yi, Teos'u, Aigai'yi, Sagalassos'u, (senden sonra ünlenen) Göbekli Tepe'yi, Blosonoğlu Herakleitos'u, Ressamlar Prensi Efesli Perrhasios'u, “Hasret Kavuşturan” Borniva'yı ve daha bir nice yeri yazdım. İzmir Gazeteciler Cemiyeti yayını 9 Eylül, Muğla'nın sesi “Devrim” gazetesine, Turgutlu'da özverili bir ailenin çıkardığı “Esinti”, Karacasu Vakfı yayını “Afrodisias Sanat”ın (şimdi kapandı) her sayısına, belleğimin dallarına onan kuşları yazdım, yazıyorum.
- Sadece bunlar mı, dediğini duyar gibiyim:
Kitaplarım da var elbette. (Senin “Bilgi Yayınları'ndan çıkan “Bütün Eserleri”nin sayısı 30'u buldu.) Değişik konseptte birkaç söylence kitabı yazdım. Muğla Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları'nda altı ayrı, Menteşe Belediyesi Kültür Yayınları'nda bir kitabım basıldı.
Yaşar Üniversitesi'nin – bildiğim ilk ve tek- kültür yayını olarak İngilizce- Türkçe “Söylence” kitabım kısa zamanda tükendi.
Heyamola Yayınları'nın “İzmirim” dizisinde “İzmiriçe'nin Tacı Kadifekale”, Arkeoloji ve Sanat Yayınları'nda “Masalsı Türkiye” ve Bergama Belediyesi prestij yayını olarak “Uygarlığın Özeti BERGAMA” kitabım basıldı ve yoğun ilgi gördü.
Atlamış olmayayım: Sevdiğin yazarımız Oktay Akbal'a “Armağan” kitabı da yazdım ve Muğla BŞB Yayınları'nda çıktı.
Bu yılki fuar İzmir'in “Onur İli” Muğla'ydı. Orada seni andık, anlattık ve kitaplarımı imzaladım.
Varlığın bende yaşadıkça, beynim parmaklarıma, parmaklarım tuşlara hükmettiği sürece, kafamdakileri “beynimin dışında saklamak için” kayda geçirmeyi sürdüreceğim.
Senden öğrendim ustam:
- Yazmaya karşı zihinsel bir şehvet duyuyorum...
Merhaba!..
Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni
Ne güzel şey hatırlamak seni:
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken...
Ne güzel şey hatırlamak seni:
bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin
ve saçlarında
vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının...
İçimde ikinci bir insan gibidir
seni sevmek saadeti...
Parmakların ucunda kalan kokusu sarduya yaprağının,
güneşli bir rahatlık
ve etin daveti:
kıpkızıl çizgilerle bölünmüş
sıcak koyu bir karanlık...
Ne güzel şey hatırlamak seni,
yazmak sana dair,
hapiste sırt üstü yatıp seni düşünmek:
filanca gün, falanca yerde söylediğin söz,
kendisi değil
edasındaki dünya...
Ne güzel şey hatırlamak seni.
Sana tahtadan birşeyler oymalıyım yine:
bir çekmece
bir yüzük,
ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım.
Ve hemen
fırlayarak yerimden
penceremde demirlere yapışarak
hürriyetin sütbeyaz maviliğine
sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım...
Ne güzel şey hatırlamak seni:
ölüm ve zafer haberleri içinde,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken...
Nazım Hikmet