Ne kötü bir zamana düştük böyle? ‘Kötü’ sözcüğü bile ‘kötülüğü’ karşılamıyor artık. Bir koca kent, küçücük bir kızın bedenini yok etmek için, neredeyse her türlü kötülüğe başvurmuş, bu nasıl dünya böyle! Şiirin insanı iyiliğe çağıran ruhu nerede, vicdan nerede?
Ne garip, ne kötü; bizim coğrafyamızda ister küçücük bir kız çocuğu ol, ister kocaman bir kadın, yazgın değişmiyor, çünkü kadının yazgısına hükmeden kaynak değişmiyor. Narin’in o güzelim yüzünü ve küçücük bedenini ortadan kaldıran ve evinde rahatça namaz kılabilen bir kültürün insanı, bir başka ülkede, bir başka genç kadını ‘Kuran’ı yaktığı gerekçesiyle parça parça edip öldürebiliyor...
Belki hatırlayanlarınız vardır; bundan birkaç yıl önce Tele1.com’da yazmıştım insanı paramparça eden o bir başka acıyı; bir softanın birlikte olma teklifini reddettiği için, ‘evinde Kuran yakıyor’ iftirasına uğramış bir şair kadın Farkhunda Melikzade’ydi o günlerde acının adı; şimdilerde Narin yahut Afganistan’da kocası tarafından katledilen bir başka şair Nadia!
Şu alçaklığa bakar mısınız? Nadia Anjuman; Yaşadıklarını yazdığı için kocası tarafından daha 25 yaşındayken dövülerek öldürülüyor; şimdilerde Narin için de aradığımız adalet bu dünyanın neresinde var, neden bizim coğrafyamıza da uğramaz?
Nadia’nın yahut Farkhunda’nın yahut Narin’in tek talihsizliği bu coğrafyada, bu kültürün içine doğmaktı, bu çaresizliğin başka bir adı yok!
Nadia Anjuman 1980 doğumluydu, 2005 yılında, daha yirmi beş yaşındayken bir şiir kitabı yayınladı; ‘Gol-e Dudi’ (Kara Çiçek), tıpkı coğrafyada açan diğer çiçekler gibi kara…
Ve kitap kimi ülkelerde yayınlandı ve beğenildi de, çünkü ‘Kara Çiçek’ bu coğrafyadaki kadının kara bahtıydı… Kitap yayınlandıktan kısa bir süre sonra, kadın bir şaire yönelmiş övgüleri hazmedemeyen bir ‘erkek’ tarafından; yazdığı şiirler gerekçe gösterilerek öldürüldü! Hem de dövülerek öldürüldü! Bu ‘erkek’ Nadia’nın kocasıydı, namaz kılıyordu ve elbette bu katl meselesinde ‘haklıydı’!
Nadia Anjuman’ın ‘Kara Çiçek’i, yani kendisini ölüme götüren o şiiri; Fatma Nur Türk’ün çevrisiyle şöyleydi:
"Ağzımı açacak hevesim yok
Ne söyleyeceğim ki?
Anlatsam da anlatmasam da hor görüleceğim bu çağ tarafından
Balı nasıl söyleyeceğim?
Dilimde zehre döndü
Yazık! Gem vurdu ağzıma despotlar
Ağlasam da gülsem de, yaşasam da ölsem de
Kederimi paylaşacak kimsenin olmadığı bu dünya sağ olsun
Keder, acz, pişmanlıklar ve ben. Bu hapishanenin köşeleri
Ben boşuna doğmuşum, ağzım mühürlenmeli.
Ah kalbim! Baharın geçtiğini biliyorum ve neşesinin de
Ama nasıl uçabilirim bu kırık kanatlarla?
Bunca zaman sessiz olsam da unutmadım şarkı söylemeyi
Çünkü şarkılarım kalbimin tenhalığında fısıldadı
Bu kafesi parçalayacağım bir gün, onun korkunç ıssızlığını
Zevk şarabını içeceğim, şarkı söyleyeceğim
Bir kuşun baharda yapması gerektiği gibi
İnce dallı bir ağaç olsam da her rüzârda titremeyeceğim
Ben bir Afgan kızıyım, feryadımı haykıracağım, sonsuza dek dokuyacağım onu”
Bu şiirden, hatta bu ölümlerden bile daha acı olansa, Ziya Paşa’nın bundan 200 yıl kadar önce söylediği şu iki dizenin hâlâ geçerliliğini koruyor olması:
Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşhâneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslami bütün viraneler gördüm…
Anlaşılan ve yakıcı olan şu ki, daha çok zaman yaşanacak bu acılar; biz de söylemeyi ve savaşmayı sürdüreceğiz!