Şapka devrimi, Atatürk devrimleri içinde siyasal İslamcıların en çok tepki verdiği devrimlerden biri olmaya devam ediyor. Şapka, neden bu kadar dirençle karşılaştı? Bu sorunun cevabı Osmanlı tarihinde yatar. Aslında bu konu, sorunun kökenleri açısından doğrudan Atatürk ile de ilgili değildir.

Atatürk ile ilgili kısmı, şapka kanununu çıkarmış olmasından dolayıdır. Bilindiği gibi, Atatürk devrimlerinin Osmanlı devletinden beri gelen tarihsel bir kökeni vardır. Şapka ve kaskete olan tepkinin temelinde, Müslümanların şeklen gayrimüslimlere benzemesini küfür sayan İslam âlimlerinin yorumu bulunur.  Fatih Sultan Mehmet döneminden beri Osmanlı hükümetleri şapkayı Müslümanları gayrimüslimlerden ayıran önemli bir simge olarak görmüşlerdir. Fatih, Yahudilerin başlarına kızıl şapka, Hristiyanlar da siyah şapka giymelerini emretmiştir ki, böylece Yahudi, Müslüman ve Hristiyan birbirinden dinen ayırt edilebilsin. Şapkanın hem Müslümanlarca hem de gayrimüslimlerce istismar edilmemesini sağlamak, hem Osmanlı hukukçularının hem de kolluk kuvvetlerinin görev alanına giren bir konu haline gelmiştir.  Zira şapkayı hem Müslümanların hem de gayrimüslimlerin istismar ettiğine dair kuvvetli kanıtlar vardır. Örneğin Yahudi sarraflar Eğriboz’da kızıl şapka yerine Seyyidlerin (Peygamber neslinden gelenler) hakkı olan yeşil sarık sarmaya başlamışlardır. Yine, 1556 tarihli bir belgede, İstanbul’da üç Müslüman erkek, kâfir elbisesi giymişler (şapka takarak) Yenibahçe’de bir dükkâna izinsiz girmişler, burada çamaşır çalarken kolluk kuvvetlerine yakalanmışlardır. Bunlar mahkemeye verilmiş, neticede en üst mahkeme bu Müslümanlara ‘siyaset (idam cezası) uygulanması’na karar vermiştir (Mühimme, Hüküm no. 248). 1578 tarihli başka bir mahkeme tutanağına göre, Afyonkarahisar’a bağlı Şuhut kasabasında Ali Balı isimli bir kişi, Bayramiye tarikatından Mehmet Dede isimli bir sofuya ‘senin tacından ve şeyhinin tac-ı tarikinden Kıbrıs keferesinin mat şapkası ve dini yeğdir’ dediği için sürgün cezasına çarptırılmıştır (Mühimme). Şapka, muhafazakâr İslamcılar tarafından bir ‘kâfir alameti’ olarak görülmüştür. 18 Şubat 1887 tarihli bir belgeye göre,  yurtdışında görevli Osmanlı Dışişleri mensuplarının (Müslüman ve Hristiyan) keyfi olarak şapka giydikleri eleştirilir ve şapka ve kasketin ‘İslam’a ve milli adetlere aykırı’ olduğu belirtilir. II. Abdülhamid’in ser-yaveri Süreyya imzasıyla yayınlanan bu yazıda, şapka giymenin ‘küfür derecesinde bir olay’ olduğu belirtilir ve şapka giydiği tespit edilenlerin memuriyetten atılacağı uyarısında bulunulur. Yine İstanbul Belediyesinin 1905 tarihli tutanağından anlaşıldığı kadarıyla, ‘dinen mahzurlu olan şapkanın Müslüman çocuklarına giydirilmemesi’ konusu, Belediye Meclisinin gündemine alınmıştır. Bundan başka Meclisin gündeminde, hac resmi olan halıların camilere serdirilmemesi, fırınlarda pişirilen ekmeklere cila vermesi için kullanılan fırçaların murdar hayvan kılından olmaması ve camileri ziyaret eden yabancılara verilen terliklerim nezafeti için kenarlı olması’ yer alır. Hükümetin takibatına rağmen, 1860’lardan sonra İstanbul’da hem ileri gelen Müslümanların hem de gayrimüslimlerin kendi çocuk (kız ve oğlan) ve eşlerine şapka giydirmeye başladıkları belgelenebilmektedir. Demek ki, Atatürk devriminden önce bazı Balkan şehirleri ile İstanbul’da Müslüman aileler, kendi çocuk ve eşlerine şapka giydirmeye başlamışlardır. Bu konuda pek çok sağlam delil vardır. Polis, II. Abdülhamid devrinde bu tür aileleri takibata almış ve pek çok tutanak düzenlemiştir. Örneğin, 1885 yılında Şarki Rumeli vilayetinde Jandarma ve Milislere kalpak yerine şapka giydirilince, bazı Jandarmalar görevinden istifa etmiştir. 1896 yılında, Midilli Belediyesinde iki azanın fesi çıkararak şapka giymesi üzerine soruşturma açılmıştır. 1898’de İstanbul Yenikapı Ermeni mektebinde öğretmen olan Kigork, öğrencilerine fes yerine şapka giymelerini öğütlemiştir. 1897’de Mısırlı Halim Paşanın akrabalarından M. Ali Celil Bey, Mısır’dan İstanbul’a ‘başında İslam adabına mugayir şapka’ ile gelmiştir. 1897’de Yunan Hükümeti, Yunanistan’daki Osmanlı tebaasının fesi çıkarmasını, onun yerine şapka giymesini teşvik etmiştir. İstanbul’da çocuklarının ve eşlerinin şapka giymesini isteyenler genellikle üst düzey Osmanlı devlet memurlarıdır. Özellikle küçük yaştaki Müslüman kız çocuklarının şapka ile dolaşmaları hükümet tarafından mahzurlu görülmüş ve polis tarafından babaları uyarılmıştır. Ünlü müze müdürü Halil Edhem beyin de kızının şapka giymesine izin verdiği için polis tarafından uyarıldığı belgelenmektedir. 1914’te ‘şeriata aykırı şapka giydikleri için’ iki polis, meslekten ihraç edilmişlerdir. Fes, muhafazakâr Müslümanlar tarafından Osmanlılığın ve İslam’ın bir sembolü olarak görülürken, şapka hem modern Müslümanlar ve gayrimüslimler tarafından Osmanlı karşıtlığı, medenilik, Rumluk-Yunanilik ve Hristiyanlık sembolü olarak görülmeye başlanmıştır. Başta Yunanlılar olmak üzere Balkan halkları kendilerini Osmanlılıktan ayırmak için fesi atma çabası içine girmişlerdir. 1907’de İştip’te Bulgar gençleri, şapka giymeye başladılar. 1919’da, Yunan Hükümetinin etkisiyle, Çatalca’da Ortodoks papazlar, Rumlara, İslamlardan sayıca fazla olduklarını göstermek amacıyla şapka giymelerini istediler. Yine 1921’de Kırklareli’nde Rumlar, Paskalya Yortusunda, fes yerine şapka giydiler. Bütün bu kanıtlar, fes ve kalpağın atılarak şapka giyilmesi meselesinin Atatürk öncesi döneme dayandığını, bunun tarihsel bir temeli olduğunu göstermektedir. Öyle ki, Şapka Kanunu (25 Kasım 1925) yayınlanmadan önce, İstanbul’da bazı muhafazakâr Rumlar, şapka giymeye karşı çıktılar. Burgaz adası Rum mektebi müdürü, 20 Eylül 1925’te, kanunun çıkmasından önce, okulun Türkçe öğretmeni Mehmed Ali beyi şapka giydiği için İstanbul valiliğine şikâyet etti. Şapka kanunu çıkınca, hem Türkiye’de hem de yurtdışında (Kıbrıs, Irak, Suriye, İran, Pakistan, Hindistan) siyasal İslamcılar, aynı gerekçelerle Müslümanların şapka giymesine tepki gösterdiler. Bu tepkileri yatıştırmak için Diyanet İşleri Başkanı Rifat Börekçi, şapkayı ‘kisve-i milliye ve medeniye’ olarak tanımladı ve camilerde giyilmesinde bir mahzur olmadığını belirtti. Bütün memur ve öğrencilerin şapka giymeleri zorunlu tutuldu. Memurlara şapka satın almaları için bir maaş ikramiye verildi. Bu ikramiyeden Diyanet İşleri mensupları da yararlandılar. İlmiye sınıfı, şapka giymekten muaf tutuldu. Şapka, ‘bir kisve-i resmiyye ve nişan-ı memuriyyet’ olarak kabul edildi. Türkiye içinde Türk vatandaşı olmayan Müslümanların sarıkla dolaşmaları yasaklandı. Şapka Kanununa muhalefet edenler İstiklal Mahkemesine verildi. İsklipli Atıf Hoca, bu suçlamayla yargılandı ve idam edildi. Atatürk’ün şapka devrimi yurtdışında anlatılmaya çalışıldı. Fransızca bir rapora göre, Yüzbaşı Foltman, Türkiye’nin Kopenhak elçiliğindeki resepsiyona, başında bir fes ve elinde İzmir halısıyla katıldı. Raporda, İskandinavya ülkelerindeki pek çok kişinin ‘Türklerin ulusal başlığını fes olarak bildikleri belirtiliyordu. Aslında fesin Türklerin ulusal başlığı olmadığı, Türkiye’de fesin kaldırıldığı; Türkiye’de fesli bir adam görürsek, bunun Türk olmadığı’ sonucuna varılması gerektiği ifade edildi. Fesin Türkiye’de bir evrim geçirdiği, kullanılıp kullanılmamasının sembolik bir şey olduğu, Mısır’da serbest olmasına rağmen, Türkiye’de yabancıların da fes giymesinin yasaklandığı belirtildi. Şapka ile Türklerin ‘uluslararası medeniyet’e üye oldukları belirtildi. Fes, Eski Türkiye ile Yeni Türkiye arasındaki çatışmanın bir sembolü haline geldiği, çatışmanın fes üzerinden yürüdüğü, fes eski zamanların bir sembolü iken, şapkanın modernizmin sembolü haline geldiği belirtildi. Türkiye’nin Kopenhak elçisi Kemal Aziz Payman, yabancılara şapka devrimi hakkında bilgiler verdi. Atatürk, İnebolu konuşmasında Türk halkının ‘medeni ve uluslararası’ olması için kıyafetini değiştirmesini istiyor ve bu konuda devam eden ‘taannüt ve taassub’u kırmak istiyordu. Geçen yüzyıllık süreç içinde bu taassup tamamen yok edilmese de büyük ölçüde kırılmış görünüyor.