Yazıyı gönderme zamanım yaklaşıyor ve bir yerden başlamalıyım. Notlarımı açtım, dakikalardır birbirimize bakıyoruz. Hangisini seçmeliyim? “Fast food” bir hayattır yaşadığımız. Bu durum gazetelere, köşelere, ekranlara ve en çok sosyal medya dediğimiz çılgınlığa sinmiş durumda. Bilgi, belge, ahlak, vicdan düşünülmeden, savrulup gidiyor her şey.
Enteresan bir işbirliği içinde, zehirli bir yağmur gibi üstümüze geliyorlar. Normal bir ülkede, yalnızca biri bile toplumsal skandallara yol açacak, söyleyeni ya da yapanı beton bloklar altına gömecek, at koşturduğu alandan adının sonsuza dek silinmesi gerekecek nice olay, kişi, kurum, makam, kelam ve eylemin tahakkümü ve tasallutu altında yaşıyoruz. Turgut Özal “Alışacaksınız, alışacaksınız” derken, acaba bu günleri mi öngörüyordu kim bilir?
Teslim etmek gerekir ki, büyük bir inada, pervasızlığa, teşkilatlanmaya sahipler. Mimarı oldukları ve her türlü araç gereçle sürekli tahkim ettikleri bir ortamı, “hayat tarzına” dönüştürmeye kararlılar. Bu gidişata itiraz edenlere karşı önlemleri de hazır ve hiçbir etik kurala aldırmadan habire servis etmekteler. Hayır, yalnızca belli bir dünya görüşüne ve yaptıklarına dair değil bu söylediklerim. Hayatımızı belirleyen ya da belirlemesi gereken her şey ve herkes, tıynet ve fıtrat kalibresince, bu genellemede yer almaktadır.
Şu anda “Sözü uzatma da, hala çıldırmadığımıza dua et!” diyenler olacaktır ve haklıdırlar. Notlarıma bakıyorum ve gerçekten bütün bunların yaşanıyor, söyleniyor, yapılıyor olduğuna inanmak mümkün değil Neyi nasıl irdeleyeceksin, bir düşünce ve yorum oluşturup, okurunla nasıl paylaşacaksın? Peki, ne yapmalıyım? İşi artık moda olduğunca, cıvık ve sırnaşık kof bir mizaha indirgesem olur mu? Ya da ne dediği belirsiz, tumturaklı tümcelerle donatsam yazıyı, müthiş olmaz mı? Hem nalına hem mıhına herzelerle, ne kadar tarafsız olduğumu kanıtlayıp, esen rüzgara karşı pozisyon alanlara öykünsem mi?
İşte, hem de İzmir Gazeteciler Cemiyet’ince çıkarılan bir gazetede yazıyorum. Bol köpüklü bir “10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü” yazısı kursam, üstünde havai fişekler patlatsam, olmaz mı? İyi de, olmaz yapmazlar dediğin gazeteler bile, yılbaşına iki gün kala emekçilerini kapının önüne koymuşken, bu yazı nasıl yazılacak?
Karşıyaka Belediyesi ile Cemiyetin geleneksel “Basın Özgürlüğü Ödülü”nü alan gazeteci, düzenlenen törene gelemedi. Ne yapsınlar, o gelemediyse biz gideriz diye yollara düştüler. Ödül nerede verildi? Bir cezaevinin kapısı önünde, gazeteciye değil, eşine. Son dört tümceye sinmiş iç acıtıcı süreci unutup, böyle bir yazı nasıl yazılabilir? Yalnızca Silivri’de tutulmuyor “Umut Nöbeti”, şimdi her sütun, her köşe nöbet yeridir, olmalıdır diye düşünürken, “haydi eller havaya, oturmaya mı geldik” çağrısı yapılabilir mi?
Öte yandan “gazetecilik” ile muhbirlik, yandaşlık, yalakalık yer değiştirmişse, sabahtan akşama kadar kanal kanal dolaşıp borazanlık yapmak, harika bir rant kapısına dönmüşse, gazeteler “haber” vermeyi bırakıp, parti bülteni çığırtkanı kesilmişse, bu hercümerç içinde gazetecilerin ekonomi, sosyal güvence, özlük hakları, örgütlenme sorunları konuşulabilir mi?
Yazıyı toparlamak gerekir diyeceğim, ama bu kadar savruk bir yazı nasıl toparlanır bilemiyorum. Not defterimi usulca kapatıyorum, ondan bana bu haftalık bir hayır yok. Hayata, ülkeye, insana kuru bir “malzeme” olarak bakıp, nasılsa eskimiyorlar, haftaya yazarım demek de olası. Ama bunu söylemek için, ya iç kıyıcı bir beyne, ya vicdansız bir yüreğe ya da suç ortaklığı mertebesine sahip olmak gerekir. Asıl yapılmak istenen, tam da budur işte. Çünkü biliyorlar, bir ülkeyi dönüştürmek için, önce aklı, duyguyu ve algıyı, toparlanamayacak kadar savurmak gerekir.