Geçtiğimiz iki hafta “Yurttaşlık” üstüne yazdık. Hak etmeyi çok istediğim sözcüklerle duygularını ileten okurlarımıza, teşekkür ederim. Olumlu ya da olumsuz görüşler, bizleri daha nitelikli yazma konusunda uyarmakta, kışkırtmaktadır.
“Yurttaşlık” konusu, barış, özgürlük, demokrasi, adalet, insan hakları, çevre, kültür ve sanatla birlikte, bu köşenin temel izleklerinden biri, dahası bu kavramlarla ne söylemek istediğimizin kerterizi ya da çimentosudur. Çünkü bu kavramların, bireysellik ile toplumsallık arasındaki köprüyü tanımlayan “yurttaşlık” bilinç ve algısı olmaksızın, hiçbir işe yarayacağına inanmıyorum.
Bu kavramları “kent” doğurdu. Kentler, bu kavramları yaşama biçimine dönüştüren hemşerilerin yurttaşlık düzeyi sayesinde, o ülkenin kalitesini belirledi. Kavramlar, kuşkusuz onları kullananların dünya görüşü, yaşam algısı, eğitim ve birikimleri oranında anlama ve işleve kavuşur. Biz bu kavramları, deneyim, birikim, uğruna emek ve bedel ödeyerek, bir deyişle “hak ederek” bireysel ve toplumsal kimliğimize dönüştürmedik.
Çok yinelediğimi biliyorum; 650 yıllık bir süreci “kul” ve “ümmet” kimliğiyle, bir ailenin hükümranlığında yaşamaya alıştırılmışlar coğrafyasında, bırakın bu kavramlara dair değer, bilgi ve belge üretmeyi, bu kavramların varlığından bile haberdar olmak mümkün değildi. Biz bu kavramları, ceberut bir sisteme, algısız ve cahil yığınlara rağmen, yazan, çizen, üreten ve örgütlenen yiğit önderler sayesinde öğrendik. Nihayet, Mustafa Kemal Atatürk adında bir yiğit ve onu paylaşan kahramanlar sayesinde de, bu değerleri gözeten ve hedefleyen bir sisteme kavuştuk. Kimi düdüklerin, ister sözüm ona dinsel, ister evlerden ırak ilimsel, ister kan ve kökenden medet uman derbeder tahlil ve teşhisleri, bu tarihsel gerçekliğin devasa duruşunun yanında, “solda sıfır, sağda kısır” zavallılıktan öteye geçemez. Bu sefil yaklaşımlar, tarihe saygı ve doğru çıkarımlarda bulunma hakkımızı, bugünü algılama ve davranma özgürlüğümüzü, geleceğe dair teklif ve temennilerimizi dillendirme yetkimizi, korkunç ve acımasız bir koalisyon işbirliğiyle boğmaktadır. Çünkü “yurttaş” değillerdir, onun gerektirdiği demokrasi ve insan hakları gibi çağdaş donanımlardan yoksundurlar. Emperyalizm, çok mutlu olmalı. Uzatmayalım, dağıtmayalım.
Ne yapmak istediklerini, nasıl bir insan ve toplum tipi yaratmanın peşinde olduklarını anlamanın, çok yalın, fazla emek ve zaman istemeyen, çağdaş toplumbilimin gösterdiği kestirme bir yolu var: Kentlerin yapısına, “yurttaş” kimliği taşıyan hemşerilerin davranışlarına bakınız.
“Telefoneandertal”, yurttaşların kente, kent kavramının içeriğine ve “yurttaş” olma bilincine dair kalitesini anlamak ve anlatabilmek için, “uydurduğum” bir tanımdır. Kadim atamız “Neandertal İnsanı”ndan özür dilerim. Onun saygıyla selamladığım “ilkelliği” ile günümüz insanının mide bulandırıcı “modern ilkelliği”ni, haddim olmayarak birleştirdim.
Kendimizi sütten çıkmış “Ak Kaşık” gibi görmeden, bir parçası olduğumuzu unutmadan, dini-ilmi-kavmi tahlilciler gibi saçmalamadan, asıl “mesele” olan yurttaşlığı ve onun somut göstergesi olan “kentliliği” konuşmamız gerek. Çünkü yazı boyunca anımsatmaya çalıştığımız “çağdaş değerler”, öyle kocaman nutuklara, vaazlara, ahkamlara, saçma sapan laf ebeliklerine muhtaç değildir.
Bir telefonu kullanma yeteneği ya da yeteneksizliği bile, bireyin ve toplumun, kentlerin ve ülkelerin turnusolü olabilir. Söz, önümüzdeki hafta ne demek istediğimi, çok somut örneklerle ve çok neşeli yazacağım. Telefon, araba, sokak, toplu ulaşım… Malzeme çok!