Bir zamanların Atatürk hayranı Batılılar şimdilerde Türkiye’yi eleştirirken, cebelleştiğimiz iç sorunlara değinmiyorlar: “Beter olun!” der gibi… Varsa yoksa “demokrasi” diyorlar; ama daha çok belirli kesimlerin özel isteklerini dayatırken, ateşle oynuyorlar… Kısacası, içte ve dışta, Kurtuluş Savaşı’nı kimlere karşı yapmışsak, onlar el birliğiyle öç almaya çalışıyor. “Düşenin dostu olmaz” gerçeği bir kez daha ortaya çıkıyor böylece.
Bu olumsuzluklardan çıkış konusunda sığındığımız tek şey, umudumuzdur: Örneğin “emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı yeni bir Kurtuluş Savaşı”ndan söz ediyoruz. “Türk Milleti, şimdikinden çok daha kötü koşullarda, kendisinden kat kat üstün emperyalistlere karşı giriştiği bütün savaşlardan utkuyla çıkmış ve bütün dünyaya parmak ısırtmıştır. Oysa bugün o olumsuz koşullar yok…” diyoruz.
Sanırım buraya bir çekince koymak gerekiyor: Elbette ki umut rahatlatıcı ve güven verici bir duygudur, başarının önemli koşullarından birisidir. Ama, yeterli dayanakları yoksa, yalnızca soyut bir düştür: İnsanı tembelleştirir; kendi gücü, istenci, sorumluluğu ve eylemi dışında, her şeyi başkalarından bekleme sorumsuzluğuna ya da doğaüstü güçlere inanmaya yöneltir; Cahit Külebi’nin deyişiyle, “ağızsız dilsiz koyunlar”a indirger.
Kurtuluş Savaşı eğitimsiz, yoksul ve umarsız bir toplum içinde, sıfırdan başlamıştı. Yüzyıllardır kendi haline bırakılmış Anadolu halkını etkileme ve ikna etme koşulları günümüze göre çok daha kolaydı. Kurtuluş Savaşı’na girişenler için, bu bir ayrıcalık bile sayılabilirdi. Çünkü canını dişine takabilecek insan bulmak son derece kolaydı o sıralar. Ama, son yıllarda önemli kayıplarımız da olsa, Cumhuriyet’in sağlamış olduğu çağdaş kazanımlarla: ekonomiyle, eğitimle, savunmayla, vb. çok daha ileri bir ülke durumundayız şimdi. Çok doğru.
Ne ki bu olanaklardan gerçek Atatürkçülerin yararlanma koşulları ortadan kaldırılmıştır. Çünkü yalnızca kendi çıkarlarını düşünen uydumcu güç odaklarının ve kendilerine bağımlı kıldıkları çıkarcı kitlelerin katkılarını sağlamak bizler için hiç de kolay görünmüyor. Hamaset çığlıklarına bakmayın siz. Artık savaşlar ulusal inanca değil, siyasal-parasal güdülere dayanıyor. Şöyle ya da böyle, ülke savunmasında savaş elbette kaçınılmazdır; Ulu Önder’in dediği gibi, tersine durumda “savaş bir cinayettir”.
Olumsuza evrilmiş çağdaş gerçekçilik, toplumu karamsarlığa ve güvensizliğe itiyor. Yalnızca açık oturumlar, politikacıların kırk yılda bir düzenlediği alan toplantıları, kısacası yoğunlaştırılmış kitle dayanışmaları yalnızca geçici birer umut kaynağı olabiliyor. Ama o sıcak ortamlardan ayrılıp gündelik gerçekliğimize döndüğümüzde, yeniden inanabileceğimiz somut bir gücün kalmadığını anımsıyoruz
Ne pahasına olursa olsun, bu kısır döngüyü barışçı yöntemlerle kırmak gerekiyor. Kitlelerin duygu ve beklentilerine ulaşılması; onlardaki bastırılmış erkenin, gizil gücün, vicdanın, öz güvenin öne çıkarılması, iyiden ve doğrudan yana çıkma yürekliliğinin topluma aşılanması bir ölçüde siyasal partilerin görevidir. Ama halkın bütüncül aydınlanması ve güçlenmesi, siyasal kurumlara bırakılamayacak bir kültür sorunudur. Çünkü hep siyasal söylemlerle yaşamak bıktırıcıdır. Örneğin canlı insan ortamlarında toplu eğlenceler, gösteriler, yarışmalar düzenlenebilir; halkın kendisi aynı etkinlikleri yapmaya özendirilebilir… Örneğin bir zamanlar en güzel giysilerle parklarımızda toplu dans etkinlikleri düzenlenirdi. Uzun yıllardır olmuyor bu. Bugün, siyasal yapıları ya da eğilimleri ne olursa olsun, kalkınmış ülkelerin hemen hepsinde, büyük küçük kentlerin, kasabaların ve köylerin alanları birer açık hava tiyatrosu gibidir. Hemen her gün oralarda biriken büyük kalabalıkların kahkaha ve alkışları arasında, tam bir festival mutluluğu paylaşılır.
Dediğim gibi, eylemsiz umut yalnızca bir düştür.