“Ütopyanın istenmediği yerde düşünce kurur gider”… Adorno ve Horkheimer’in “Teori ve Pratik Üzerine” kitabından bir alıntıyla girelim söze. Yaşadığımız günlerde, unutmamamız gereken bir özdeyiştir bu. Mevcut durumu değişmez bir gerçek olarak kabul etmek, ilerlemenin önündeki en büyük engel olabilir mi?
Otoriter/totaliter yönetimlerin ve insanları tek tip yaşamlara koşullandıran tüketim toplumlarının ortak ideali değil midir, 'aşırı uçlar’dan korkan, eşitlik, kardeşlik gibi ‘radikal’ düşüncelere tepki gösteren, aynı şeyleri tüketen, aynı rüyaları gören insanlar yaratmak… Bu toplumlarda, mevcut gerçeğin ötesini hayal etmek hoş karşılanmaz. 20. Yüzyılın distopyalarının, bireysel özgürlüklerin tehdit altında olduğu toplumlardan söz etmeleri boşuna olmasa gerek.
İçinde yaşadığımız günlerde distopya ile yatıp, distopya ile kalkıyoruz. Edebiyatın ve sinema sanatının distopik yapıtları çok satanlar listelerinin üst sıralarında… Bu yapıtlara sığınarak, gündelik gerçeklerimizin ağırlığını hafifletmeye mi çalışıyoruz acaba? Kimin aklına gelirdi, sisteme radikal eleştiriler getiren bu tür yapıtların günümüzde bir ‘kaçış edebiyatı’ işlevini üstleneceği?
Ütopyaların unutulduğu, belki de unutturulduğu günlerden geçiyoruz. Elbette, tarihin eski çağlarında bazı filozofların arzuladığı türden ütopyalar değil özlediğim. ‘Elitist’ toplum modelleri tarihin çöplüğüne gönderildi çoktan... Bizim hayalimiz, sınıf ayrımının en yoğun biçimde yaşandığı bir model değil, ayrımcılığın olmadığı bir toplum hayali… Ütopyaların 20. yüzyılda çok yara aldığı bir gerçek, ama tümüyle devre dışı kalmaları, ‘demode’ olarak nitelendirilmeleri, kapitalizmin bir oyunu olmasın?
Eşitlik, kardeşlik, adalet idealinin hüküm sürdüğü bir ülkeyi hayal etmek neden bu kadar zorlaştı? Her gün bir –bazen birden fazla- kadının öldürüldüğü bir ülkede yaşamak istediğinizi sanmıyorum. Peki, bunu engellemek için ne yapıyorsunuz? Birey olarak elimden ne gelir diyorsanız, yanılıyorsunuz. Gazetecilere yönelik saldırılar birbirini izlerken, köşemizde oturup üzülmekten başka yapabileceğimiz bir şeyler vardır mutlaka. Mesela Levent Gültekin’e yönelik saldırıya tepkimizi bir imza ile gösterebiliriz; sanatçı isek, yaratıcılığımızı seferber edebiliriz.
Hafta başında, Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde demeç vermeyen siyasetçi yoktu. Ama, içlerinden birkaçı gerçekten anlamlı işler yaptı. Kemal Kılıçdaroğlu önderliğinde CHP milletvekillerinin TBMM’ne verdikleri kanun teklifi ‘siyasette eşit temsil’ ütopyasına doğru atılmış bir adımdı. Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin oluşturduğu ‘8 Mart Hatıra Ormanı’na CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu ve HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan ile birlikte fidan dikmesi ve Dünya Kadınlar Günü’nde toplumsal barışa hizmet eden bir mesaj yayınlaması önemliydi.
Tıpkı, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in, 8 Mart günü Basmane’deki Bıçakçı Han’da ülkemizin temel sorunlarından biri olan Toplumsal Cinsiyet Eşitliği temalı uluslararası bir karikatür sergisi açması gibi. Aynı gün, aynı mekanda, İzmir Köy-Koop Birlik Başkanı Neptün Soyer’in önderliğinde gerçekleştirilen ‘Kadın Emeği Sergi ve Pazarı’ da kadının toplumsal rolünün altını çizen, kadın emeğini yücelten bir etkinlikti. Sanat emeğinin kol emeği ile el ele vermesinin güzel bir örneği idi, ütopyamızı anımsatan… Akşam da, “İstanbul Sözleşmesi Uygulansın” sloganı ile yürüyüşe geçen İzmirli kadınları izlerken bu umudumuz pekişti. El ele deyip de, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin, pandemi yüzünden işsiz kalan müzisyenlerle oluşturduğu ‘El Ele Orkestrası’ndan söz etmemek olmaz. A. Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde verecekleri konserleri heyecanla bekliyorum.