Yirmi dokuz harfle anlaşamadığımız Türkçeyi, otuz dört harfle daha karmaşık hale getirmeye hazır mısınız? Şahsen ben değilim, olacağımı da hiç sanmıyorum. Hayır, yeniliklere karşı koymak filan değil bu; düpedüz, o yeniliklerin en köklüsü olan bir devrimi korumak. Ölümünün üzerinden seksen altı yıl da geçse hâlâ yaşayan tek insan olan Atatürk’ün Dil Devrimi’ne sahip çıkmak. Uzun uzak yollardan, tarihin çabasından geçerek gelen, ölçülüp tartılarak benimsenen, halkın öğrenme sürecinde gelişen, yazım kuralları olgunlaşan ve ardında külliyat barındıran bir dildir, çağdaş Türkçe. Üzerinde çok emek vardır. Bugünden yarına alfabeye beş harf ekleseniz dil affetmez. Unutmayın, Türkçe beşten büyüktür.

Bu tartışma nereden başladı? Ortak Türk alfabesi konusu, Türk Devletleri Teşkilâtı tarafından kurulan Türk Dünyası Ortak Alfabe Komisyonu’nun 1991’den beri gündeminde. 2024 Eylül’ünde Azerbaycan’da yapılan toplantıda, otuz dört harften oluşan ortak alfabe konusunda uzlaşıldığı duyurulmuştu. Cumhurbaşkanı Erdoğan da birkaç gün önce Türkiye’nin alfabe geçişine hazır olduğunu söyledi. Konu buradan alev aldı. Komisyonda yer alan Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Öner, bunun diplomatik bir alfabe olacağını açıkladı; “O harfler, diğer Türk devletlerinin kullandığı ve kullanacağı harfler olacak. Ülkemizde bir yazı değişikliği asla söz konusu değil hatta bu durum eğitim sistemimize de yansımayacak. Bu uluslararası diplomatik ve bilimsel bir ortaklık projesidir” dedi. Prof. Öner’in açıklaması elbette kıymetli fakat soruları, şüpheleri kimse önleyemez. Karar bugün bu yönde olabilir de yarından kim emin ki bu ülkede? 

Fikri hareketlerin, fikir üretiminin görevi, söylenen sözlerin gerisine ve ötesine bakmaktır. Fikir de dille üretildiğine göre şüphe duymak, soru sormak, tarihe bakmak en doğal hakkımızdır. Kaldı ki Öner’in belirttiği gibi otuz dört harfli alfabe sadece akademiyle ve diplomasiyle sınırlı kalsa da bu iki uzmanlık alanı, günlük hayattan ari midir? 

TOPLUMSAL DEVRİM

Girişteki itiraza atfen şimdi kimi okur diyecek ki, Atatürk de diğer devrimler gibi Dil Devrimi’ni birdenbire yapmadı mı? Aslında yapmadı. Sadece onun yaşadığı çağla sınırlı bakarsak Atatürk devrimleri için söylenen “tepeden inme” tanımı doğru gelebilir. Fakat biraz geri gidip 2. Mahmut’un ıslahatlarına, Tanzimat’a, 1. ve 2. Meşrutiyet dönemlerine, Jön Türklere baktığımızda görürüz ki hiç de öyle tepeden inme değildir; devrimler, birike birike gelmiştir. Ardında yüz elli yıllık bir modernleşme sürecini taşır. Atatürk’ün farkı, ülkesinin bağımsızlık savaşına önderlik ederken bu mücadelenin sonrasını da ön görüp tasarlaması; cumhuriyetiyle, devrimleriyle yepyeni bir ülke yaratmasıdır. Bunu yaparken ülkesindeki reform birikimini, görünen ve görünmeyen yanlarıyla değişim ihtiyacını fark etmesi, devrimlerle ileri götürmesi, halkı bilerek geri bıraktıran zihniyeti külliyen yerle bir etme cesaretini ve kararlılığını göstermesidir. O, kökten devrimcidir; meşrutiyetçi değil, cumhuriyetçidir. Atatürk devrimleri, halkını içinde taşır. O yüzden bir avazda “tepeden inme” diye kestirilip atılamaz. Prof. Dr. Taner Timur “Türk Devrimi ve Sonrası” kitabında der ki, “Türk devrimi, toplumsal bir devrime dönüşmüş ulusal bir harekettir. Onu kavramak için gerçekçi bir yaklaşımla bu ulusal hareketin nasıl doğduğunu, nasıl örgütlendiğini ve kademe kademe nasıl bir toplumsal devrime dönüştüğünü ortaya koymak gerekir.” İşte bütün mesele bu. Toplumsal devrim…

LATİN ALFABESİNİN HİKÂYESİ 

Dil meselesine gelirsek Latin alfabesi, Türkiye’nin gündemine Tanzimat Dönemi’nde girdi. Dilin sadeleşmesi, Arap alfabesinin düzeltilmesi, Latin harfleri düşüncesi konuşuldu. Ancak ülkeye henüz laiklik girmediği için birtakım mollalar buna karşı çıktı. Aman efendim, nasıl olur da Müslüman bir ülkede Hristiyan alfabesi kullanılırdı! Dilin sadeleşmesi konusu 19. yüzyıl sonlarında alevlendi. İzmir basın tarihinin yapı taşlarından Hizmet ve Ahenk gazeteleri, Türkçeyi ağdalı Osmanlıcadan uzaklaştırıp konuşma diline yaklaştırdı, sadeleştirdi. Türkçeye yönelik ilk araştırmayı Halid Ziya (Uşaklıgil), Hizmet gazetesinde yaptı. Dilin kurallarının belirlenmesinin zorunlu olduğunu, sözcüklerin söylendiği gibi yazılması gerektiğini belirtti. Yazım kurallarını düzelten yazıların yayımlandığı bu İzmirli gazetede Halid Ziya, Türkçe sözlüğün yokluğundan yakındı, Hizmet’te okurlara yönelik Lügat Müsabakası başlattı. Sene 1890-91'di. 

1908 tarihli 2. Meşrutiyet’in uluslaşma sürecinde en önemli konulardan biri buydu. Dönemin ilerici aydınlarından oluşan, Ömer Seyfettin’in öncülük ettiği Genç Kalemler grubu da dilde sadeleşmeyi savundu. Arapça ve Farsça gramer kurallarının ayıklanmasını, Türkçe kurallarının işletilmesini gündeme getirdi. 
“Atalarımızın mezar taşlarını okuyamıyoruz, tarihimizi tanıyamıyoruz” şikâyetlerine katık edilen Osmanlı alfabesi, hiç de bu memleketin öz evladı değildi. Türkler İslamiyet’i kabul ettikten sonra, 9. yüzyılda Arap alfabesini kullanmaya başlamıştı. Aydınların İran edebiyatına ilgi duymasıyla dile Farsça da eklenmişti. Osmanlı Döneminde Arap-Fars harfleri karışımıyla Türkçeye uyarlanmış Osmanlıca ortaya çıkmıştı. Türkçe söylediğimiz kelimeler, bu yeni alfabeyle kayda geçiriliyordu. Evet, uzun bir tarihin bilgi birikimi Arap alfabesine dayanır fakat Harf Devrimi ile terk etmiş olduğumuz Osmanlıca, geniş halk kitlelerine mal olmuş bir dil değildi. Okuryazarı parmakla gösterilecek kadar az, neşriyatı belirli çevrelere mahsus üretilecek kadar sınırlı bir imparatorluğun yazı diliydi. Konuşma diliyle arasında uçurumlar vardı. Aynı döneme ait divan edebiyatı ile halk edebiyatı eserlerini okuduğumuzda aradaki farkı anlıyoruz. 

UZUN SÜRMÜŞ BİR YÜRÜYÜŞ

Atatürk’ün Dil Devrimi’nin başlangıcı için takvimler 1 Kasım 1928’de yaptığı Harf Devrimi’ni gösterir. 3 Kasım’da yürürlüğe giren "Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun” ile Osmanlı alfabesi yerine Latin alfabesi getirildi. Okuma yazmayı zorlaştıran, okuryazar sayısının çok düşük kalmasına neden olan Osmanlıcada; Türkçedeki sesleri birebir karşılamama, tek sese karşılık fazla sayıda gereksiz harf bulunması gibi karışıklıklar Latin alfabesiyle son buldu. 1929’da açılan Millet Mektepleri ile ülke çapında okuma yazma seferberliği başlatıldı. Tarihe ve dile özel ilgi duyan bir aydın olarak Atatürk, 1932’de Türk Dil Kurumu’nu kurdu. Sözcükleri, eski eserleri araştıran, unutulmuş kelimeleri ortaya çıkaran, Doğu ve Batı dillerinden geçmiş pek çok yabancı sözcüğün yerine Türkçe karşılıklar bulan, her ilde tarama ekipleri kuran Türk Dil Kurumu, Atatürk’ün kurduğu haliyle, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası 1982’ye dek yaşadı. Haliyle Dil Devrimi, uzun sürmüş bir yürüyüştü.

Osmanlıca mezar taşlarını okuyamamaktan şikâyet edip Atatürk devrimlerini eleştirenlere soralım: Orhun Yazıtları’nı, Kül Tigin’i okuyamadığı için isyan eden duydunuz mu hiç? Bu iş, Anadolu hiyerogliflerine kadar varabilir. Osmanlılar gibi Göktürkler gibi Luviler, Hititler de bizim atalarımız, analarımızdır; çivi yazısını da öğrenmek hakkımız değil mi? 

Bu diller artık birer uzmanlık alanı. İsteyen, merak eden, mesleği nedeniyle mecbur olanlar, akademide ya da özel kurslarda Osmanlıcayı pekâlâ okuyup yazabiliyor. Keza üniversitelerin ilgili bölümlerinde Osmanlıca gibi Çağatay Türkçesi, Gagavuz Türkçesi yani eski Türkçe mevcut. Yeni alınan kararla akademide Türkçe konuşulan coğrafyanın kapsamı genişliyor, otuz dört harfli alfabe bütün Türk cumhuriyetlerine hitap ediyor olabilir. 

Peki, günümüz Türkiye’sinin konuşma ve okuryazarlık dili olan Türkçe; q, x, w ile klavyemin bir çırpıda bulamadığı ve nasıl okunduğunu bile bilmediğimiz ã, ň seslerine ihtiyaç duyuyor mu? Türkçede bu seslerin yer aldığı kelimeler var mı, bu harfleri kullanmazsak dilimizden bir şey eksiliyor mu?   

BAŞÖĞRETMEN ATATÜRK

Diller zaten organik varlıklardır. Kullanıldıkça yaşar, ağızdan ağıza, yazıla çizile, dönüşe değişe şekillenir fakat geçirdiği evrim, bir insanın ömrüyle sınırlandırılamaz. Kuşaklara ihtiyaç vardır. O yüzden bugünden yarına alfabeye eklenecek yeni harflerle Türkçe birdenbire yirmi dokuzdan otuz dört etmez. Hele ki hâlihazırda mevcut harfleri bile söylemekten ve yazmaktan aciz, yazım kurallarından bihaber, herkesin kafasına göre yazıp söylediği bir memlekette yeni harflere değil, önce sağlam bir dil eğitimine ihtiyaç var. Okuryazarlık meziyeti ilkokul eğitiminin bile altında kalmış kitlelere gerçek bir okuma, konuşma, anlatım eğitimi vermeye, kitap okuma sevgisi ve alışkanlığı kazandırmaya ihtiyaç var. 

Başta söylediğimizi sonda da tekrar edelim. Ölümünün üzerinden seksen altı yıl da geçse yaşamaya devam eden Atatürk, bize hâlâ başöğretmenlik yapıyor. Sadece 10 Kasımlarda da değil, her daim yolumuzu aydınlatıyor.