Okurlarının da anladığı gibi başlıktaki sözü Tezer Özlü’den ödünç aldım. Neden öyle demiştir ki Özlü? Dayanılmazlık, yeryüzünün doğasında mı vardır? Verili bir şey midir? Neden yazdığını düşünmektedir Özlü; “Dünya acılı olduğu için yazılır” der. İnsanın kendi zavallılığını yazıyla anlatmaya ihtiyaç duyduğundan söz eder. Zamanı icat edip sonra onunla baş etmeye çalışmamız gibi yeryüzünü kirlettik ve şimdi ona dayanmaya çalışıyoruz.
Şimdi dediysem bu kirlenmeyi insan ömrüyle, bugün yaşadığımız on yılla ölçmeyin; on milyonlarca yıllık macera. Yuval Noah Harari’nin “Sapiens’ini okuyanlar bilir ki insanın tarih içindeki serüveni, başrolünde olduğu nice berbat hikâyeyle doludur. En az 10 buzul çağını başarıyla atlatabilmiş dev diprotonlar ve onlarla birlikte Avustralya faunasının yüzde 90’ının, 45 bin yıl önce insanın kıtaya ayak basmasıyla yok olması, bu hikâyeler arasında en çarpıcı olanlarından. Hariri elbette Asya, Amerika diye devam ediyor. “Tarihteki kayıtlar, insanın bir ekolojik seri katil olduğunu gösteriyor” diyor.
Hayvan öldürenin, insanı da rahatlıkla öldürebileceğini, bir sonraki adımın bu olabileceğini söylüyor psikologlar. Bir nevi prova… Fakat sapiensin hayvan katliamına baktığımızda insanın bu suçu, evvelinden getirdiğini görüyoruz. “Sosyal hayvan” denerek türünün içinde ayrıştırılan insanın, kendi ikbali uğruna, geldiği familyaya ihaneti. Familya mı? Tanıdınız, değil mi? Aile cinayetleri.
İnsan, suçuyla evrimleşmiş bir hayvandır!
Familyasını katletmekle başlayan sabıka dosyası evrimleşerek yerine yerleşti. Aile zırhını din ve hukukla kuşatıp ona kutsiyet atfeden, toplumun en küçük zerresinden devletin zirvesine kadar aile zırhını dokunulmaz kılan, dokunanı yakan hep insan değil mi?
En yakınını boğazlayan, ailesini katleden, çocuğunun ensesine çöken, hayatını zehreden hep insan değil mi?
Savaşları çıkaran, ırkçı, hırsız ve katil olan, yalan söyleyen, başkalarının özgürlüğünü elinden alan, kendi çıkarı öyle istiyor diye cehaleti körükleyen hep insan değil mi?
ÇOCUK KALBİNİN DİLİ OLAN ROMANLAR
Yeryüzünün dayanılmazlığı, insan yüzden. Ve iyi haber; yeryüzüne dayanabilmek için sanatı icat eden de insan. Evrimsel lanetinden kurtulmak, incelmek, erdem sahibi olmak, ötekini anlamak, başkalarının acısını hissetmek, yaşam hakkını korumak için okuyor, yazıyor, insanlaşmaya çalışıyor.
Hikâyeler anlatıyoruz. O hikâyeler romana, öyküye, tiyatro oyununa, sinema filmine dönüşüyor. Karakterlerin yerine geçip hislerini ve deneyimlerini paylaşıyoruz. İnsanın insana ettiği zulmü anlıyor, bunun rahatsızlığını, anlatarak gidermeye çalışıyoruz.
Edebiyat, bütün hikâye anlatımlarının temelinde duruyor. Onca yazarın edebiyat tarihine bıraktığı şaheserler olmasaydı yaşadığımız bunca hoyratlığın, vahşetin, bunca karmaşanın ortasında durup romanlara, öykülere tutunarak ayakta kalmaya çalışır mıydık? Yeryüzüne dayanabilmek için okumayı seçiyorsak var bir bildiğimiz! Çünkü yazarların o eserleri yazarken de vardı bir bildiği. Gerçeğin sertliği ancak böyle aşılabilir.
Aile zincirinin en zayıf halkası çocuklar; gerçeğin sertliğinden, aile zırhının darbelerinden, aile cinayetlerinden en fazla payını alanlar ne yazık ki. Kalbimiz günlerdir, Narin’in durmuş kalbi yerine atıyor. Edebiyat tarihi boyunca da pek çok yazar, çocukların yerine konuştu. Gördükleri eziyeti görünür kıldı. Onlar adına haykırdı. Çocuk zekâsının, çocuk kalbinin yetişkinler tarafından nasıl budandığını, çocukların neye ve nasıl direndiğini gösterdiler bize. Yazarlar arasında, insanın insana zulmünü, yeryüzünü dayanılmaz kılışını yaşayanlar vardı.
1933 yılında doğan Polonyalı yazar Jerzy Kosinski altı yaşındayken İkinci Dünya Savaşı çıktı. Saklanmak zorunda olan anne babası oğullarını kurtarmak için bir köye gönderdi. Kosinski dokuz yaşındayken köylülerle yapılan bir çatışmada konuşma yeteneğini yitirdi, beş yıldan fazla konuşamadı. Bu arada kendisine bakan köylü ölmüştü, Kosinski oradan oraya savruldu, anne babasına ancak savaş sonrasında kavuşabildi. 1965’te yayımlanan Boyalı Kuş’ta, savaşta evsiz barksız bırakılmış bir çocuğun hikâyesini yazdı.
Alman yazar Bruno Apitz, Nazi zulmünden sağ çıkıp hikâyesini yazacaktı. 1934’te hapse girdi, 1937’de Nazilerin solculara inşa ettirdiği Buchenwald toplama kampına gönderildi. Buchenwald, kayın ormanına kurulmuştu, mevkisi tanıdık geldi mi? Savaşın son aylarında toplama kampına sürülen bir esir, bavul içinde küçük bir çocuk getirdi. Kurtlar sofrasındaki savunmasız çıplaklara yenisi eklenmişti. Çocuk, yaşamanın, özgürlüğün ve umudun simgesi oldu. Apitz, sekiz yıl kaldığı kamptan çıktıktan sonra Kurtlar Arasında Çıplak romanını yazdı. Roman, toplama kampına getirilen bir çocuk üzerinden yaşam mücadelesini anlatıyordu.
Brezilyalı yazar José Mauro de Vasconcelos’un Şeker Portakalı romanı, “Günün birinde acıyı keşfeden küçük bir çocuğun öyküsü” sunuşuyla başlar. Amerikan edebiyatının en sevilen yazarlarından J. D. Salinger, yetişkinlerin düzenine isyan eden bir ergenin başına gelenleri, masumiyet arayışını Çavdar Tarlasında Çocuklar’da yazdı. Alman yazar Michael Ende’nin romanına adını veren küçük kız Momo, üstün yetenekleriyle yetişkinleri kurtaracak tek kişidir. Çünkü zaten çocukluk, tüm masumiyetiyle, temizliğiyle, iyiliğiyle üstün bir şeydir. Macar yazar Ferenc Molnar da öyle düşünüyordu ki Pal Sokağı Çocukları’nın direnişini anlattı. Çevirmen Tarık Demirkan’ın deyişiyle, “Dünyanın bütün çocukları Pal Sokağı’ndandır!” Amerikalı yazar Harper Lee, Bülbülü Öldürmek’te adalet arayışını çocukların gözünden gösterdi.
“İNSANLARIN TÜFEKLERİ VARDIR!”
Çocuklar bilgedir. Görüşleri engin, kalpleri hepimizden büyüktür. Hayvanların dilinden de en iyi onlar anlar. Fransız yazar Antoine de Saint-Exupéry’nin bir dünya klasiği olan Küçük Prens’inde tilki, Küçük Prens’e ne diyordu? “İnsanların tüfekleri vardır. Avlanırlar.” Ama aynı zamanda narindir çocuklar. Yılan, Küçük Prens’e, “Şu granit gibi katı dünyada bu denli zayıf olan sen bende acıma duygusu uyandırıyorsun” diyordu. Çocuklar öyle de yetişkinler çok mu dayanıklı sanki? Bir farkına varsalar geçiciliklerinin... Bu muhteşem kitaptan bir alıntı daha öyleyse: “Tüm insanlar Büyük Okyanus’ta en küçük bir adaya doldurulabilirdi. Büyükler elbette size inanmayacaklardır bu konuda. Çünkü onlar çok yer kapladıklarını düşünürler.”
Amerika’nın aykırı yazarı Ursula K. LeGuin’in “Yerdeniz Büyücüsü”nde, karanlığı yenmeye çalışan çocuğa söylenen sözler, büyüklerin küçüklere ne yaptığını özetler gibi: “Seni yönlendiren o, senin ne yöne doğru gitmen gerektiğini o seçiyor. Bu yolu sen seçmelisin. Seni izleyeni izlemelisin. Avcıyı avlamalısın.” Kötülük, karadadır. Mesele, onu nasıl yeneceğimiz. Roman kahramanı Ged’in, “Bir sözün söylenebilmesi için sessizlik olması gerekir” sözüne kulak verelim öyleyse. Şimdi yeterince sessizlik var. Sekiz yaşındaki Narin’in öldürüldüğü, hepsinin aile üyesi olduğu, iki elin parmakları kadarlık bir köy susuyor. Biz susmayacağız! Her platformda, her disiplinin içinden konuşup sorumuzu soracağız. Bu yazıda sözümüzü edebiyat üzerinden söylüyoruz. Bu zamansız, sınırsız, yaşsız kitaplar ve daha niceleri ülkeye yayılsın; kitap, en küçük köye, kasabaya, mahalleye girsin. Çocuklar büyüklerden ısrarla kitap istesin. İnsanın sanatı yapışındaki iyilik, bu güzelim kitapları yazışındaki iyilik, yetişkinlere bulaşsın istiyoruz.
Siz bakmayın yüksek mevkilerde can havliyle dine sarılanlara. “Eğitimin asıl amacının Allah korkusu” olduğu martavalına. Aile müessesesini hedef alan yok, merak etmeyin; bu düzene biat eden aile müessesesi bizzat insanlığı hedef alıyor ve kimi insanlar kendini eğiterek insanın evrimsel lanetine karşı duruyor.
İçinde edebiyatın olmadığı bir eğitim, hayattan yoksundur. Hayatın her alanındaki eğitimin içine “yeryüzüne dayanabilmek için” edebiyatı daha çok yerleştirmeye var mısınız?