Bu minvalde yazmayı uzun zamandır istiyordum, kısmet Dokuz Eylül’ün yeni dönemindeki ilk yazıyaymış. Üstelik de 30 Ağustos Zafer Bayramı’nda, bir yeniden doğuş gününde, belki umuda doğru bir işarettir. Her ne kadar karamsar bir yazı olsa da…

Bir çeşit kadir kıymet bilme meselesi. Taşları doğru yerlere yerleştirme işi. Şimdi diyeceksiniz ki “Bu nasıl giriş böyle, damdan düşer gibi!” Damdan düştük, evet. O yüzden birbirimizin halinden anlarız. Hem de bir değil, çok kez düştük. Tarkan nasıl diyor? 

“Hep köşeye sıkıştırmadı mı?
Daha önce de sanki 
Sırtımızdan vurmadı mı?
Bu kaçıncı darbe, ilk değil ki”

Panzehrini içinde taşıyan doğa gibi ardından da hemen ekliyor ama:

“Düştük evet ama kalkmadık mı?
Biz hep hayata meydan okumadık mı?”
Hah, en sevdiğim yeri baştan söyledim! Konuya girdim bile, fark etmediniz mi? 

Müzik, diyorum; bütün düşüşlerimizin ve kalkışlarımızın, inişlerimizin çıkışlarımızın, var oluşlarımızın ve yokluklarımızın sesi değil mi? Bir “Hişt!” sesi gelmiyorsa ne fena, Sait Faik’in dediği gibi. Bütün debelenmelerimize, yalnız kalışlarımıza, cümbür cemaat toplanışlarımıza, düğünlerimize ve cenazelerimize bir “Hişt!” sesi değil midir müzik? Hem isyanımızı hem coşkumuzu içeren, sevincimizi kucaklayıp kederimizi alan, bizi her şeyimizle kabullenip elimizi tutan değil midir? Ama insan nankördür! Kavga gürültü çıkanda, cenazeler gelende, milli yaslar ilan edilende; “Tez müziğin sesi kısıla!”  

Yazıyı buraya kadar okuyup da “Ne oldu, ne bu şiddet bu celâl, güncel bir olay mı var?” diye soran olduysa hem hayır hem evet. Hâlihazırda taze bir olaydan söz etmediğim için “Hayır”. Memleketçe bayat yemekleri ısıtıp ısıtıp sofraya süreriz, ekonomik durumlar malum... Aynı zamanda yanıtım “Evet”, çünkü sanat sevmez siyaset, sanatın da bir siyaseti olduğunu reddediş, siyasetin sadece ideoloji değil bir yol, yöntem olduğunu kavrayamayış, tüm zamanların meselesi. 

Başlıkta “Siyasetin müziği yok” dedim ya müzik kavramı burada hem kendisini temsil ediyor hem de tüm sanat dallarının sesi oluyor. Çok daha geniş bir şeyden söz ettiğimi, şu yaşadığımız galakside her şeyin birbiriyle ilişkisi olmasıyla anlatabilirim. (Başka galaksilerde de öyle olsa gerek fakat herkes kendi mevziisine sahip çıksın, onları da oranın gazetecileri, yazarları yazsın.) Yok, bir köşeye tüm galaksiyi sığdırmayacağım elbet; sadece tümden geleceğim. Her şeyin birbiriyle ilgisinden söz ederken bir tek kütle çekim yasasından bahsetmiyorum. Yalnızca canlı türlerinin ve iklimin etkilerinden de bahsetmiyorum. Bunları da kapsayan, sosyal ve kültürel hayattan bahsediyorum. İklim ekonomiyle ilişkili, ekonomi yaşama zevkiyle ilişkili, yaşama zevki sosyolojiyle ilişkili, sosyoloji siyasetle ilişkili... Hah, işte geldik kırmızı butona, şimdi yeniden başa dönebiliriz. Siyaset, her şeyle ilişkili ve siyasetin müziği yok!

“Nasıl olmaz, seçim kampanyalarının müziklerini, politikacıların sevdiği hatta dans ettiği şarkıları, milli marşları bilmez misin?” diyenleri duymazdan geliyorum çünkü o, meselenin popülist kısmı. Ben daha derinlere bakmaya çağırıyorum sizi. Tüm siyaset yapma biçimlerinin iliğine kemiğine işlemiş bir sanatsal çoraklıktan, “kültür sanat” adlı başlığı her zaman her listenin sonuna koymaktan bahsediyorum. 

Kastım, siyasi partilerin yaptığı aktif politikayla sınırlı değil. Siyaset, bir yapma biçimi ve hayatın bütün alanlarını, yapılmış ve yapılmamış her şeyi, yaşayan ve ölmüş tüm canlıları kapsıyor. Her şey birbiriyle ilişkili demiştik, değil mi? Bir bakış açısından söz ediyorum. Siyasi konuşmaların içinde herhangi bir müzik olmadığını, dinleyeni iten bütün o katır kutur dilden, her akşam ekranlarda kutu kutu kellelerin indirip kaldırdığı temcit pilavından bilirsiniz. Nezaket, zarafet, letafet ve dahi feraset, ancak ve ancak estetiğin işleri. Bu da sanatın ana malzemesi. Siyasetle aralarında ise kafiyeden başka bir ilişki yok. 

Bütün bu karmaşık, dolaşık gibi görünen fakat aslında son derece sarih manzarayı görebilenler; Suavi’nin Beykoz’daki konserinin saldırıya uğramasının, sonra Konya Seydişehir’deki 30 Ağustos konserinin iptal edilmesinin nedenini anlayabilir. Oğlunun vefatından yirmi gün sonra sahneye çıkan Safiye Soyman’ın şeytanlaştırılmasına, Şener Şen’in “Zengin Mutfağı” oyununa Ankara’da yapılan saldırıya tepki gösterebilir.

Sanatla yetiştirilmiş olsaydık nazik, zarif, latif ve feraset sahibi insanlar olarak geniş görüşlere sahip olurduk. Müziğin “iyi günde ve kötü günde” içimizde olduğunu, bazen neşe verdiğini bazen acılarımızı aldığını, oğlunu toprağa vermiş bir şarkıcının kendini belki bu yolla sağalttığını anlardık. Müziğin aynı zamanda bir meslek, bir iş olduğunu, şarkıcının konser sözleşmelerine uyması gerektiğini bilirdik. Hem sanat eserlerini ve sanatçıları yuhalayıp sahnelerine saldırmaz hem de edebiyattan resme, müzikten sinemaya tüm sanat eserlerinin, çağının tanığı olduğunu; sanatçının sloganlardan ari ve estetik bir dille çağını yansıttığını, bunun da siyasetin ta kendisi olduğunu, “Sanata siyaset karıştırmak” şeklindeki sefil ifadenin bir oksimoron olduğunu anlardık. 

Sahi, biz sanatı tam olarak ne zannediyoruz? Keyfimiz yerinde olduğunda, ölüm mölüm yaşanmadığında, sanatçılar fikirlerini ancak ve ancak kendine sakladığında yapılmasına müsaade edilen bir boş zaman uğraşı, bir eğlence mezesi mi? 

Nasıl kediler bıyıksız denge kuramazsa, nasıl çiçekler susuz duramazsa insan da sanatsız yaşayamaz efendim! Ya da şöyle diyelim; yaşadığına yaşamak denemez. Siyasete bir müzik lazım olduğunu, bütün siyasetlerin, bütün yapma etme yollarının sanatla donanması gerektiğini söylediğimizde illaki karşı sesler geliyor. Mesela Tarkan “Geççek” dediğinde, Gülşen sahnede imam hatipler üzerinden espri yaptığında, Fazıl Say fikrini söylediğinde bazı karanlık köşelerden kafalar dışarı uğruyor: Müziğin siyasetle bir ilgisi yok(muş)! Peki, sayın çokbilmişler korosu. Gözyaşının ve tebessümün siyasetle ilgisi var mı? Caiz midir? Bütün oklar, (ağlak siyasetler de dâhil) yolumuzu duygulara çıkarıyor ve siyaset duyguları bolca kullanıyor da… Devlet Bey bir vakit buyurmuşlardı; “İktidar şarkıyla kurulmadı.” Öyleyse kiminle beraber yüründü o yollarda?

Müziğin bir siyaseti var fakat Türkiye’deki egemen siyasetin müziği yok, duyabiliyor musunuz? Medyasından siyasi partilerine, okullardan hastanelerine kadar her yerde sanat son sıralarda. Fakat cinayete, sansüre, otoriter yönetime gelince onların üstüne yok, maşallah!

Payımıza düzen savaşlı memlekete itirazımız var. Nezaket, zarafet, letafet ve feraset galip gelsin, bütün siyaset yollarının damarlarına sanat işlesin istiyoruz. Ve fakat payımıza hep savaşlar düşüyor, kültür sanat içerikli bir köşe yazısında bile… Şarkısı olmayanın savaşı olur işte böyle… 

Yazıyı bitirirken sevdiğim bir kitap adı, çağrışımını yolluyor. Bu dünyaya bir türlü rahat yok kendinden.*

*İnsana Hiç Rahat Yok Kendinden, Grace Palley, Çevirmen: Aylin Ülçer, Yüz Kitap, 2017.