Hayat her zaman ileri gitmez. İlerlemecilik idealini savunan Aydınlanma Çağı düşünürlerinin ruhları şad olsun ama bazen, yıllar geçtikçe insanlık yerinde sayabilir hatta geri gidebilir. Bazen en ileri uygarlıklar, kronolojik anlamda geçmişte kalmış olanlardır.

28 yüzyıl önceki bir Anadolu uygarlığının, dijital teknolojiyle aydınlanmış, yapay zekâyla donanmış 21. yüzyıl Türkiye’sinin katbekat önünde olması gibi mesela… Arkeolog Prof. Dr. Halet Çambel’in, hiyeroglif dilini çözerek uykusundan uyandırdığı o uygarlıkta, kadınların güvenle yürümesi için geceleri yolları aydınlatan bir kral vardı. Günümüzde Osmaniye sınırlarında yer alan Kadirli Karatepe’de, eski Adanava ülkesinin kalesinde Geç Hitit Dönemi uygarlığı kuran Kral Asativata, yazıta şöyle yazdırmıştı:

“Erkeklerin yola gitmekten korktukları yerlerde

Günümde kadınlar kirmen eğirerek dolaşmaktadır.

Ve benim günümde bolluk, tokluk,

Rahat ve huzur vardı

Ve Adanava ülkesi huzur içinde yaşıyordu.”

Ömrünü, Karatepe-Aslantaş kazılarına adayan Prof. Dr. Çambel’in kendisi de kronolojik anlamda geride kalmış ama günümüzden fersah fersah ileride olan yıllardan, cumhuriyetin ilk döneminin idealist kuşağından geliyordu.

Bugün dünyanın üstünde tepindiği, savaşlarla bombalanan, insanı da zemini de lime lime edilen topraklar yani Suriye, Irak ve Kuveyt, bundan yıllar yıllar önce, develer tellal iken, pireler berber iken tarihin gördüğü ilk medeniyeti, Mezopotamya’yı doğurmuştu. Milattan Önce 4000 ile 3500 yıllarında okuryazarlık deseniz onlardaydı, hukuk, matematik, astronomi deseniz onlarda…

Çok gerilere gitmek istemeyenlere insaniyet namına geçen yüzyılı da hatırlatabiliriz. ‘60’lı, ‘70’li yılları yaşayanlar, herkesin birbirine saygıda nasıl kusur etmediğini anlatır. Evinden okuluna gitmek üzere çıkan çocukların, sağ salim menzile vardığını, evine dönen çocuğun oturma odasında öldürülmediğini, çoğu çocuğun mahalle halkının şefkatli çemberinde büyüdüğünü biliyoruz. ‘80’lerin, ‘90’ların hatta 2000’lerin bile sosyal hayatını arıyor herkes. TRT arşivindeki sokak röportajlarında dinliyoruz; nasıl zarif, nazik, özenli bir dil var. Sokaklarda, parklarda sere serpe oturabildiğimiz, konserlerin, festivallerin yasaklanmadığı, toplu ulaşım araçlarında, kaldırımlarda çember sakallıların zorbalığına uğramadığımız, okulların kör topal bile olsa hâlâ okul kalabildiği, tarikat yurtlarının çocukları yutmadığı, dere kenarlarından, göl kıyılarından çocuk cesetlerinin sistematik biçimde toplanmadığı yıllardı.

Asla bir 20. yüzyıl güzellemesi yapmak değil niyetim; kendisi hiç masum değildi, bilirim. Diktatörler, savaşlar, cuntalar, işkenceler, faili meçhullerle sabıkası epey kabarık bir dönemdi. Fakat kötülük, muktedirin katından toplumun kılcal damarlarına bu kadar sirayet etmemiş, tabana böylesine yayılmamış, bugünkü gibi sıradanlaşmamıştı. İnsanlar hâlâ bu düzenin değişebileceğine dair umudu, azmi; yaşama sevincini ve neşesini kaybetmemişti. Haydi, moda tabirle söyleyelim; toplumsal çürüme vuku bulmamıştı. Halkta ahlaki tutuculuk, “El âlem ne der?” kaygısı, mahalle baskısı hep vardı fakat insanlarda vicdan da vardı. Komşuya, bakıcıya emanet edilen bebeğin pamuklara sarmalanacağından emindik. Çocuğun, kendi evinde güvende olması, şaşılacak bir durum değildi. Aile içinde bir zorba, psikopat, katil varsa korunup kollanmazdı. Aile kavramını, suç şebekesiyle aynı cümle içinde kullanmazdık. Belki de şunu söylemek lâzım: Evet, hakiki insanlar vardı; bugünkü gibi ne yaratığı olduğu belirsiz vahşi, cani, psikopat bir tür, topluma çöreklenmemişti. 

CELLATLAR, ÖLDÜRDÜKÇE ÇOĞALIYOR

Bugün ne oluyor peki? Her köşesinden bereket ve medeniyet fışkıran Anadolu topraklarından artık şiddet, tecavüz, cinayet fışkırıyor. Sokakta öylesine oturduğunuz bankın, sandalyenin üstünde bir manyağın salladığı bıçağa tesadüf etmeyeceğinizi kim bilebilir? Usul usul yürürken samuray kılıcından geçirilmeyeceğinizin garantisini kim verebilir? Öyle ya, burası maaile Narin öldürenlerin, onu itinayla nehir kıyısına gömüp sonra da üç maymunu oynayanların ülkesi. Van Gölü kıyısına soluklanmaya gitmiş Rojinlerin canına kıyıp cesedini kilometrelerce ötedeki burnu geçtikten sonra göle bırakanların ülkesi. Şeymaların elini bağlayıp dilini lâl edenlerin, karşısında gevrek gevrek mangal yellerken keyif pozu verdikten sonra sekiz yaşındaki çocuğa intihar süsü veren cisimlerin ülkesi.

Bitmiyorlar. Yazdıkça çoğalıyorlar. Şair Ataol Behramoğlu’nun, “Cellat uyandı yatağında bir gece / Tanrım dedi bu ne zor bilmece / Öldükçe çoğalıyor adamlar / Ben tükenmekteyim öldürdükçe” dizelerinin tersi yaşanıyor. Cellatlar, öldürdükçe çoğalıyor. Çünkü yoksul ve yoksun bırakılan bu ülke; dayanaksız, tutamaksız, eğitimsiz, kendine güvensiz, sevgisiz, geleceksiz insanları çoğalttı. İnsanın mayasındaki her türlü kötülük üredi, yayıldı, ura dönüştü.

Şair Cahit Külebi’ye, “Yirminci yüzyılın ilk yarısı ölüm çağı oldu / Zulüm çağı oldu / Yalan çağı oldu / Yirminci yüzyıl insanları / Asıp kestiler / Kesip biçtiler / Tepeler gibi ölü yığıp / Deryalar gibi kan içtiler” şiirini yazdıran yirminci yüzyılı bile arar olmuşsak gelmişsek vay hâlimize.

Son söz mü ne? “Kadın cinayetleri politiktir” sözünü müstehzi gülüşüyle ağzına alıp onca kadının katledilmesiyle dalga geçen o kadın politikacıya söyleyin.

“Öldüren kadar ölen kadınlar da suçludur” diyen o erkek politikacıya söyleyin.

Evet, yasa yapmak, sözleşme imzalamak ne kadar politikaysa ve sonra o sözleşmeyi çöpe atmak ne kadar politikaysa kadın cinayetleri o kadar politiktir. Sizin siyasetiniz nedeniyle kadın cinayetleri politiktir.

Artık dayanacak sabır, takat kalmadı. Kadını ve çocuğu hukuken ve siyaseten koruyan İstanbul Sözleşmesi’ni geri getirin. 6284 sayılı yasayı uygulayın ve zehirli dillerinizi kendinize saklayın.

Çünkü bizim artık, ileri gidiyormuş gibi görünen bu son yirmi iki yıla itirazımız var. Topu topu on üç yıl önce, İstanbul Sözleşmesi’nin imzalandığı 2011 yılı bile bugünlerden daha ileriydi. Sizinle hiç karşılaşmadığımız, tanışmadığımız yıllara geri dönmek istiyoruz.