Matematik denklemlerinde bilinmeyen o sayı. Sayısal mantık problemlerindeki uzun işlemlerde y’nin eşlikçisi. Akla gelmeyen ya da söylenmek istenmeyen bir isim olduğunda yerine geçen ilk harf: X.
X sayısı, X kişisi. Aa, o da ne! X kuşağı… Bilinmeyen kuşak. Kayıp kuşak. Z’nin dijital çıkıntılıklarının, Y’nin rekabetçiliğinin altında kalmış; boomer, yaşlı diye ezim ezim ezilmiş ve fakat “Ezdirmem sana kendimi!” deyip zamaneyi susta durdurmaya girişmiş o kuşak. Evet efendim, burada biraz X kuşağı lakırdısı edeceğiz ki “Biz daha ölmedik. Ezikleyeceğinize yanaşın da tecrübe aktarımı olsun” diyelim. Ortalığı biraz şenlendirelim.
Ne zaman başladı bu kuşak yaftalamaları? Hep dış güçlerin oyunu. ABD, benzer koşullardan geçmiş, kültürel anlamda birbirine yakın kuşakları çeşitli adlar altında paketledi. Aslında ilk kayıp kuşak, 20. yüzyıl başında doğanlardı, ABD’li yazar Gertrude Stein koymuştu adını. Hayatlarını Birinci Dünya Savaşı döneminde hizmete adamışlardı. İkinci Dünya Savaşı sonrası doğanlar baby boomers idi çünkü bebek patlaması yaşanıyordu. Sonrası da işte, X, Y, Z ve günümüzde Alfa…
X kuşağı, kerimeleri ve mahdumları olan Z kuşağının ünü arşıâlâya varınca hatırlandı. Bir görüşe göre ‘99, diğer görüşe göre 2000’den itibaren ve 2012’ye dek doğmuş olanlar, Z sınıfında. Dijital teknolojinin içine doğdular. İnsanın aklını fikrini birtakım cihazlara verdiği dönemde onların daha bebecikken dokunmatik ekranları kıvırması, ünlerine ün kattı. Ama durun, konumuz Z’ler değildi, yine X’lerden rol çaldılar! Boşa demiyoruz, bilinmeyen, kayıp kuşak diye. Çünkü kendini başkalarına feda etmek, tabiatında var X’lerin. Haklarında (hakkımızda) yapılmış ayrıntılı araştırmalar bile az. Oysa Z’ler öyle mi? Üzerlerine üniversitelerde tezler yazılıyor, araştırma şirketleri piyasanın en önemli figürü oldukları için bu kitle üzerine çalışıyor, markalar onları hedefleyen pazarlama taktikleri geliştiriyor…
Tamam, yazıyı zoomerlara teslim etmeyeceğim, konumuza dönelim. X kuşağı neden hatırlandı? Çünkü hayat bunu dayattı. Sorumluluk sahibi, işine bağlı, azimli, sabırlı, tuttuğunu koparan, zorluklar karşısında hemen havlu atmayan neslin kıymeti ortaya çıktı. Nasıl pes edelim? 1965-1980 yıllarında, askeri darbeler arasında, zor bir dünyanın içine doğduk. ’65 ve sonrası doğumlular, ’72 muhtırası ve ’80 cuntası olmak üzere iki darbe gördü. ‘70’lerin çocuklarına ise ’80 darbesi yetti de arttı. Sıkıyönetim, olağanüstü hal, sokağa çıkma yasağı, anarşi, sağcı, solcu, siyasi yasaklar, yasaklılar, Demirelci, Ecevitçi, 24 Ocak Kararları, YÖK lafları ve dahası, bizim normalimizdi. Evlere misafirliğe gidilir, büyükler sohbet eder, çocuklar oyun oynar ve illaki erken dönülürdü. Gece yarısı olmadan, Külkedisi’ne ve balkabağına dönmeden sokakları boşaltmak gerekirdi. Saatler 00.00’ı vurduğunda başımızı hala bir damın altına sokamamış olmaktan korkardık. Ondan mıydı evciliklere düşkünlüğümüz, ev ziyaretlerini sevmemiz, büyüdüğümüzde nohut oda bakla sofa da olsa kendimize ait odalar istememiz? İnsanın insana ihtiyacını, özgürlüğün anlamını, güvende hissetme özlemini yasaklarla sınadık. Zeki-Metin’in Devekuşu Kabare’sinin Yasaklar oyunu tercüme ederdi halimizi.
Dünya, gözümüzün önünde değişti, dönüştü. Yugoslavya bölündü, SSCB dağıldı, Berlin Duvarı yıkıldı. İran ile Irak savaşı, akşam haber bültenlerinden ev ödevlerimizin sayfalarına karıştı. ABD marifetiyle önce sağcısıyla solcusu birbirine düşürülen Türkiye liberalleşti; köşeyi dönenler, ihracatı hayalinde yapanlar, şarkıyı türküyü sinemayı gama kedere boğanlarla seslerimiz kısıldı. Tek tipleştirildik. Gençliği sokaklarda hakkını aramakla, sendikal mücadeleyle, özgürlük istemekle, iktidarı eleştirmekle geçen kuşak bastırıldı, dağıtıldı, katledildi. Faturası, çocukluğu ’80’lere denk gelenlere kesildi. Apolitik kuşak, apartman çocukları dendi. Her şeye rağmen her şeyin farkındaydık. Yasakların içinde büyürken tutunacak dallarımızı kendimiz icat ettik. Oyuncaklarımızı çerden çöpten çatmayı bildiğimiz gibi ailenin, toplumun, siyasetin baskılarına karşın kendimize gelecek inşa edenler de bizlerdik. Okullarımıza dört elle sarıldık. İnternetin adı bile ortada yoktu, televizyon tek kanallıydı, ne gam! Bizim kitaplarımız vardı. Birbirimize ödünç verir, doğum günlerinde hediye eder, sınıf kitaplığından alır, anne babalarımızı parmakla sayılacak kadar az olan kitapçılara sürüklerdik. Bir, bilemedin iki kitap alabildik mi bizden hayalperesti yoktu. Dünyaya açılan kapılarımız kütüphanelerdi. Ödevlerimizi ansiklopedilerden, yardımcı ders kitaplarından saatlerce sayfaları karıştıra karıştıra bulur, önce müsveddeye not ettiklerimizi sonra itinayla temiz beyaz kâğıtlara el yazımızla geçirirdik. Evet, klavyenin rahatlığına düşmeden evvel, ellerimiz kalem tutardı. Bakın, X kuşağının parmaklarında çocukluktan kalem izleri göreceksiniz.
Bu neslin şimdilerde politikada, şirketlerde, belediyelerde, okullarda, medyada üst düzeylerde bulunması; hepsinin değilse de çoğunluğunun kendilerine atanmış görev ve sorumluluklara öz benliğine aitmiş gibi sahip çıkması, işini hakkıyla yerine getirmesi, entelektüel birikimlerinin zengin olması, akil insan muamelesi görmesi boşa değil. ’80 sonrası yasaklara başkaldırı yollarından biri, kadın hakları savunusunu kitleselleştirmekti; kadınların iş hayatındaki nüfus artışı da hep X’lerin döneminden. Kazanımlarını zorluklardan geçerek elde edenler, geçtiği yolları hiç unutmazlar. Kitap okuyarak, kitaplara dokunarak, bilgiyi elleriyle kazıya kazıya bularak, yasaklara rağmen özgürlüklere inanarak, yılmayarak, bir gecede devletlerin bile alaşağı edilebildiğini görerek, her şeyin geçiciliğini fark ederek hayatı aklında tutan bir nesil X’ler.
Yaşadıklarımızdan öğrendiğimiz çok şey var ama sizce de üzerimize yapılacak pek çok araştırmayı hak etmiyor muyuz?