Günlerden çarşamba, son ders rehberlik. Haftanın en güzel saatleri. Muazzez Öğretmenim masasına oturdu, kitabı açtı.

O okuyacak, biz sıralarımızda dinleyeceğiz. Nasıl dinlemeyiz! Ökkeş’in kim bilir hangi maceraları sırada? Ökkeş’i çok seviyoruz, çok merak ediyoruz, çok özlüyoruz, Çarşamba olsa da hikâyeleri sınıfa gelse diye bekliyoruz. Aslında sınıf kitaplığından alıp okuyabiliriz ama hayır, biz bu ritüeli de seviyoruz. Muazzez Öğretmenim tahta iskemlesine oturacak, örtüsünü her hafta yıkayıp getirdiği tahta masasına kollarını yaslayacak; bir sınıfa, bir kitaba bakarak ve bizimle birlikte kıkırdayarak okuyacak. Balçova’daki Ertuğrul Gazi İlkokulunun seksenlerin ilk yarısındaki siyah önlüklüleri, çarşamba günleri bir başka çıkıyor okuldan. Çantamızda sınıf kitaplığından, gelecek haftaya kadar okumak üzere aldığımız bir kitap… Eve gidince mutfakta annemize, balkonda komşulara, sokakta arkadaşlarımıza anlatıyoruz Ökkeş’i. Onlar da bizimle gülsün istiyoruz. “Gülemiyorsun ya gülmek, / Bir halk gülüyorsa gülmektir” dizesinden de Edip Cansever’den de bihaberiz henüz.

Birkaç yıl geçiyor, artık ortaokuldayım. Karşı komşumuz olan arkadaşım bir doğum günümde “Her Eve Bir Karakol” adlı öykü kitabını hediye ediyor. (Birbirimize doğum günlerinde, yılbaşlarında kitap hediye ettiğimiz o asude zamanlar...) Amanın, bu ne güzel kavuşma! Yine Ökkeş’in yazarı karşımda. Defalarca okuyorum. Fikri nereden doğuyor bilmiyorum ama kitaptaki “Dayı Metoduyla Isınma” öyküsünü oyunlaştırıyorum. (Belki okul öncesi eğitimini evde tamamlayan bir neslin efradı olarak annemle dinlediğim Radyo Tiyatroları, zihnimde nüksediyor.) El yazısıyla beyaz kâğıtlara yazıyorum da yazıyorum. Atmosferi, mekânı, jestleri, mimikleri not ede ede karakterlerin kitaptaki diyaloglarını yerine yerleştiriyorum. Herhangi bir hedefim yok. Sadece bu işin kendisini yapmış olmak haz veriyor. Ama sonra Türkçe öğretmenime söz ediyorum. O mu öneriyor ben mi, hatırlamıyorum; sahnelememiz için arkamızdan ittiği hafızamda sadece. Hemen ekibi kuruyoruz, provalara başlıyoruz ve okulun son günü müthiş bir keyifle sınıfta sahneliyoruz.

İlkokuldan itibaren elimden tutan, her dönem okumaya devam ettiğim o yazar, yaşadığımız hayata başka pencerelerden bakmamızı sağlayan, görüşümüzü keskinleştirip derinleştiren yazarlardan Muzaffer İzgü elbette… 26 Ağustos’ta yedinci ölüm yıl dönümünde anıldı, sosyal medyanın gümbürtüsü içinde adı zikredilip geçildi. Ama okurlarının bu kısa anmalara ihtiyacı yok. Çocukluğumuzdan itibaren İzgü’nün dokumuza işleyen anlatım gücüyle, bakış açısıyla, hikâyeciliğiyle yaşıyoruz biz. Her dramın içinden bir komedi çıkarmasak, ironiye yaslanmasak nasıl yaşayalım bu ülkede… 

Mesleğim nedeniyle şans bazen yüzüme güldü ve çocukluk kahramanım Muzaffer İzgü ile tanıştım, röportajlar yaptım. 2001 sonunda Alsancak’taki evine konuk oldum, birkaç saat söyleştik. Yazarı kitap fuarlarında, edebiyat etkinliklerinde dinlediğimiz, onunla İzmir göğünün altında buluştuğumuz için de şanslıydık aslında. Adana’da doğup büyüyen yazar, kendisini İzmir’e bir tutkunun getirdiğini söylemişti. İlkokulda Ödemişli Leman öğretmen, incirinden üzümüne hatta güzel hanımlarına dek öyle anlatırmış ki bu kenti, İzgü için İzmir, “adını duyunca heyecanlandığı bir yer” olmuş. “Aşığım” dediği İzmir’e yerleşmesi, 1978’de öğretmenlikten emekli olduktan sonra. Aynı havayı solumaktaki şansımız boşa değil çünkü edebiyat tarihine bıraktığı eserlerinin yarısını, İzmir havasıyla yazdığını anlatmıştı:

“Büyük kenti Alsancak’ta, Karşıyaka’da, Güzelyalı’da görebilirsiniz. Diyelim canım sıkıldı, büyük kenti görmek istemiyorum; Balıkesir, Aydın gibi bir kentte gezmek istiyorum. Hatay tarafına giderim. Kordon’a çıkınca dünyalar benim oluyor. Buradaki dükkânlar bir Avrupa kentinin mağazaları gibi. Ama Kemeraltı’nda Turgutlu’nun, Söke’nin çarşısını yaşayabilirsiniz. Hele Tilkilik’i gezerseniz aman Allah’ım! Dünyanın en güzel yeri. Hepsini bir arada yaşayabiliyorsunuz İzmir’de. Bu yürüyüşlerde dolduruyorum makineyi. Sonra rahatlıkla yazıyorum.”

ÇAĞDAŞ NASREDDİN HOCA

Öykülerinde, adına bir ödül aldığı Nasreddin Hoca’nın didaktik olmayan tekniğini uyguluyordu İzgü. “Bir işi uzmanına yaptırın, demez de fıkra anlatır” derken fıkra ardından gelmişti: “Hoca ağaçtan düşmüş. Biri ‘Ayağını çekin’, biri ‘Sırtüstü yatırın’ demiş. Hoca da ‘Bana ağaçtan düşen birini bulun getirin’ demiş.” Peki, İzgü’nün hikâyelerine bu teknik nasıl yansıyor? “Çocuklara güçsüzden yana olmayı, yurt sevgisini öğretiyorum. Ama bunların hiçbirini doğrudan vermiyorum. Onlar da sevmez didaktik yapıtları” diyordu. 12 kitaplık bir dizide çılgın, çocuk ruhlu anneanneyle buluşturuyor okurunu. Ökkeş serisinde, annesi olmayan çocukların da mutlu olabileceğini gösteriyor. Okullara en çok giden yazardır herhalde kendisi. Öğrenciler, bir süper star gibi karşılıyordu onu; ıslıklarla, alkışlarla…  “Bir yazar Mustafa Sandal gibi karşılanıyorsa o ülkenin geleceğinden korkmuyorum” diye umutla karşılıyordu bu manzarayı.

Bizim çağdaş Nasreddin Hoca’mız, bütün o mizahına rağmen “sıkılmış çamaşır gibi rahatsız” bir yazardı. Ne de olsa Türkiye’den kara mizah hikâyeleri anlatıyordu. Kaymakama yağ çeken memurlar, kendi kendine konuşanlar, ev sahipleri, kiracılar, yoksullar, öksüzler, resim sergilerine içmeye giden “sanatseverler”… “Yazar, rahatsız olan insandır” diyordu. Tüm rahatsızlıklarını, “topsuz tüfeksiz bir silahtır” dediği mizaha dönüştürüyordu. Örneğin “kız kurusu” sözünden rahatsız olmuş, “Lütfen Kızımla Evlenir misin?” oyununu yazmış. Politikacıların yoluna neden kırmızı halı serildiğini hiç düşündünüz mü? İzgü düşünmüştü. “Çünkü yolda yürümesini bilmiyorlar. Halı, nerede yürüyeceklerini gösteriyor.”

Yazdıkça rahatlıyor muydu peki? Hayır. “Hep sıkılmış çamaşır gibiyim” diyordu. Okuyucusunu da öyle bırakmamak için öykülerine gülme öğesi koyuyordu ama İzgü’nün sıkılmışlığı değişmiyordu. Çünkü ülkede çok az şey değişiyordu. Hâlâ çok az şey değişiyor; bazı şeyler çok hızlı değişiyormuş gibi görünse de… Artık siyah önlüklü çocuklar yok. Öğretmen çoğunluğu, her hafta rehberlik saatini öğrencilere kitap okuyarak geçirmiyor. Okusalar da sırasında oturup dinleyecek öğrenciler yok belki; teknoloji, çocukları yerinden etti. Kitabı doğum günü hediyesi olarak banal bulmayan kaç kişi kaldık? Fakat yoksulluk, eşitsizlik, adaletsizlik bâki; keza gecekondular, adam kayırmacılık, ayrımcılık, yozlaşma, politik yalancılık… Muzaffer İzgü, sadece gazetelere gülmece yazıları yazsaydı devri gelip geçer miydi? Yaşamadıklarımız üzerine kesin yargıda bulunamayız ama bana göre İzgü, bu sefer de basın tarihinden adını duyururdu. Ondan bağımsız söyleyelim; gazete yazıları gelir geçer fakat edebiyat öyle mi? İnsanlığın ahvalini iyi ki öykülere dönüştürmüş. Edebiyat kalıcı olmasaydı İzgü’nün ilkokul öğrencisiyken yazdığı, okulun duvar gazetesinde yayımlanan; okusunlar diye başöğretmenini, sokaktan geçenleri hatta evden babasını tutup getirdiği “Yaprağın Öyküsü”nü konuşur muyduk şimdi? Evet, sürpriz sona geldik. İzgü’nün yakın çevresi dışında kimsenin okumadığı ilk öyküsünden bir pasajla bitirelim yazıyı. Edebiyatçının devridaimine saygıyla…

“Yaprak ağaçtan düşüyor. ‘Kardeşlerimden ayrılıyorum’ diyor. Ama bir bakıyor aşağıda dereyi görüyor. ‘Dereden çaya karışacağım. Irmaktan denize gideceğim. Öyleyse ben özgürlüğe gidiyorum’ diyor.”