6 Ekim 1923, İngiliz işgal kuvvetlerinin İstanbul’dan ayrıldıkları gündür. İstanbul ve İslam-Türk tarihi açısından, özel bir anlam taşır. Further correspondance respecting Turkey, Part VI, October to December 1923 (FO 424/259) başlıklı bu olay, İngiliz raporunda ‘Evacuation of Constantinople/ İstanbul’un boşaltılması’ başlığıyla geçer
Dönemin İstanbul’daki İngiliz diplomatı Nevile Henderson, İngiliz askerlerinin şehri boşaltmasıyla ilgili olarak bir dizi rapor kaleme almıştır. Henderson, 29 Eylül tarihli raporunda, işgal süresince İngiliz askerlerinin iyi bir tavır ve davranış sergilediklerini ifade eder. 30 Eylül tarihli raporu ise daha kapsamlıdır. İngiliz askerlerinin şehri nasıl boşalttıklarını ve gemilere nasıl bindirildiklerini tanımlar. Raporlarda bir İngiliz mağrurluğu görülür. Ona göre, 2. Grenadier Guards, 3. Coldstream ve Irish Guards taburlarından seçilen askerler, Dolmabahçe İskelesi tarafındaki meydanda kısa ama etkili bir askeri yürüyüş yapmışlardır. İngiliz askeri disiplinini herkese göstermişlerdir. İngiliz askerleri, boğazda demirli olan Arabic, Graz ve Medie II isimli gemilerine bindirilmiş, İtalyan Generali Mombelli ve Charpy de onlara eşlik etmiştir. Çok sayıdaki Türk’ü yararak yapılan bu İngiliz askeri yürüyüşüne, Türkler mukavemet göstermemişlerdir. İngiliz bayraklarıyla yaptıkları bu yürüyüş unutulmayacaktır. Çok sayıdaki Türk, tarafsız güçlerin diplomatları, Türk sivil ve askeri temsilcileri ile Yüksek Komiser huzurunda yapılan bu yürüyüşle, Yüksek Komiser Harington ve arkadaşları, kendilerini boğazdaki vapurlara taşıyacak kayıklara doğru yürümüşlerdir. Bir saat sonra Harington, Arabic isimli vapura binmiştir.
SAYGI VE GÜVEN KAZANDILAR
Henderson, 2 Ekim tarihli raporunda, İngiliz donanmasının Yakındoğu’da İngiliz prestijinin korunmasına katkıda bulunduğunu, İngiliz prestijini büyük ölçüde genişletecek çapta bir çekilme yapıldığını, İngilizlerin Türklerin saygı ve güvenini kazandığından söz eder. İngiliz diplomatların çekilmeyle temel yaklaşımı Harington’un Henderson’a gönderdiği 26 Eylül tarihli raporda görülür; ‘bu çekilme kendilerine eşsiz bir deneyim kazandırmıştır’. Harington’a göre, İngilizler İstanbul’da tüm sivil ve askeri personelleriyle yakın bir ilişki içerisinde çalışmışlardır. Henderson’un Curzon’a yazdığı 7 Ekim 1923 tarihli raporda ise Türk kuvvetlerinin İstanbul’a girdikten sonraki durum özetlenmiştir. Ona göre Türk askeri, İstanbul’a coşkuyla girmiştir. Asayiş berkemaldir. Herhangi bir olay yaşanmamıştır. Sadece bir gün önce, hırsızlar, sokakları yeşilliklerle süslemek amacıyla Kırım mezarlığına girmişlerdir. Mezarlıktan ağaç çalmışlar ve birkaç mezar taşını da kırmışlardır. Türk askerinin daha sonraki süreçteki tavrı hakkında da ciddi bir sorun çıkacağını tahmin etmemektedir. Türkler, 24 saatte tersanenin boşaltılmasını istemişler ama Henderson, 15 günlük bir izin almayı başarmıştır.
YENİ BİR FETİH TANIMLAMASI
Henderson, Türklerin daha sonra İstanbul’da neler yaptıklarını başka bir raporunda anlatır Buna göre; şehirdeki yabancı dildeki bütün işaretler ve levhalar kaldırılacaktır. Sinema, tiyatro, program kitapçıklar Türkçe basılacaktır. Mütareke döneminde ulusalcılık aleyhinde olan tüm gazeteler kapatılacaktır. Oturma izni olmayan yabancı uyruklular, derhal oturma izni alacaklardır. Yabancı kişi ve kuruluşlar, kapılarına kendi bayraklarını asmaları zorunlu hale getirilmiştir. Gayrimüslim okullarıyla ilgili yönetmelikler yürürlükten kaldırılmıştır. Eğer Batı Trakya’da Müslümanlara yönelik zulüm devam ederse, İstanbul Rumları misillemeye maruz kalacaklardır. Basın üzerinde özellikle Yunan basınına sıkı tedbirler getirilmiştir. Türk bayrakları, her yere asılacaktır. Henderson’un verdiği en önemli bilgi de şudur: Tevhid-i Efkâr gazetesi çekilmeyi Hilal’in Haç’a galip geldiği yeni bir fetih olarak tanımlamasıdır. Zira bu fetih 1453’te Fatih’in fethinden daha büyüktür. Neden? O dönemde düşman belliydi ama şimdi Türk ordusu, içeride bir taraftan sultan, sadrazam, vezirler ve kabine ile mücadele ederken, diğer taraftan da dışarda da Büyük Güçler ile mücadele etmiştir.
Viscount Bryce’ın Türklerle ilgili görüşleri
İngiliz tarihçi Arnold J. Toynbee’nin (1889-1975), Türklerin Ölümcül Zulmü (The Murderous Tyranny of The Turks), Londra 1917 isimli kitabına bir sunuş yazısı yazan İngiliz siyasetçi Viscount Bryce (1838-1922), Türkler ve Osmanlı İmparatorluğu, özellikle İttihat ve Terakki mensupları hakkında olumsuz ve keskin görüşlere sahiptir.
İttihatçıların, imparatorluğun Hristiyan azınlıklarına özellikle Ermenilere karşı uyguladıkları siyasetten dolayı tüm Türklerin topraklarından kovulmaları gerektiğini ileri sürer. Osmanlı İmparatorluğunun ABD Büyükelçisi olan Hanry Morgenthau’nun, The Treatment of Armenians in the Ottoman Empire 1915-16 (Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilere Yönelik Muamele 1915-16, Türkiye’de Mavi Kitap olarak bilinir) başlıklı kitabına da bir önsöz yazan Bryce, Ermeni iddialarının tam bir savunucusuydu. Toynbee’nin kitabına yazdığı sunuş kısmında Türkler aleyhine çok keskin ifadeler kullanır: “Son beş asırdır Yakın Doğu tarihini inceleyen herhangi bir kişi, İtilaf Devletleri’nin Balkanlar’daki Türk hâkimiyetine son vermek istemelerine şaşırmayacaktır ve hele ki, onların bu konudaki kararlılıklarına karşı çıkmayacaktır. İster Asya'da ister Balkanlar’da olsun, Türk İmparatorluğu olarak adlandırılan yerdeki hıristiyan nüfusa, bu beş yüzyıl boyunca baskı yapmaktan başka hiçbir şey yapmayan bu hükümetten hıristiyanları kurtarın. Bu değişiklikler gerçekten de uzun zamandır bekleniyordu. Bunlar bir asırdan daha önce olmalıydı, çünkü o zamanlar Türk'ün farklı bir dine mensup ırkları adalete dayalı bir yaklaşımla idare etmeye uygun olmadığı ortaya çıkmıştı.”
‘TEK AMAÇLARI SAVAŞMAK’
“Türk, savaşmaktan başka hiçbir amaca hizmet etmemiştir. İdare edemez, ancak erken dönemlerinde akıllı hıristiyan yöneticiler istihdam edecek sağduyuya sahipti. Adaleti sağlayamaz. Bir idari güç olarak, her zaman kendini yetersiz, yozlaşmış ve zalim göstermiştir. Her zaman yok etmiştir; hiçbir zaman üretmemiştir. Türkler olarak adlandırdığımız kişiler, kelimenin tam anlamıyla bir millet değildir. Osmanlı Türkleri, Orta Asya'dan gelen küçük bir fetihçi aşiretti. Fetihlerinin ilk iki yüzyılında, Anadolu ve Güneydoğu Avrupa'nın Hristiyan nüfuslarını boyunduruk altına aldılar. Bu nüfusların bir kısmını İslam’ı benimsemeye zorladılar ve geri kalanların çocuklarını ele geçirdiler. Bunları zorla İslam'a döndürdüler ve bunlardan etkili bir daimi ordu olan Yeniçeri ordusunu oluşturdular. Yeniçeriler, Türk savaşlarının 15’inci yüzyılın başlarından 19’uncu yüzyıla kadar sürdürüldüğü, cesareti ve disipliniyle bir haydut çetesinden başka bir şey değildi. Ünlü bir İngiliz tarihçinin yazdığı gibi Türkler, harap ettikleri ülkelerde kamp kurmuş bir haydut çetesinden başka bir şey değildi.”
‘İTTİFAK KURULAMAZ VAHŞİLER’
“Edmund Burke'ün (İngiliz-İrlandalı devlet adamı ve filozof, 1729-1797) yazdığı gibi Türkler, hiçbir medeni Hristiyan ulusun ittifak kurmaması gereken vahşilerdir. Türk egemenliği Balkanlarda sona erdirilmelidir, çünkü Sultan'ın hâlâ elinde tuttuğu o küçük toprak parçasında bile Türkler yabancı bir güçtür ve o bölgede, Yunan veya Bulgar kökenli hıristiyan nüfusu ezmekte, katletmekte veya evlerinden sürmekte ve halen de bunlara devam etmektedirler. Aynı sebepten ötürü, bunların Batı Anadolu’dan da kovulmaları gerekir. Oradaki insanlar büyük ölçüde, belki de çoğunlukla Yunanca konuşan hıristiyanlardır. Benzer şekilde, ticari ve politik açıdan eşsiz öneme sahip bir şehir olan İstanbul’dan da (Konstantinopolis) kovulmaları gerekir. Aynı şekilde, son iki yıldır Hıristiyan tebaasını, nüfusun en barışçıl, çalışkan ve zeki kesimini yok ettiği Ermenistan, Kilikya ve Suriye'den de kovulmaları gerekir. Eğer bir Türk Sultanlığı var olmaya devam edecekse, dünyaya en az zararı verecek şekilde, nüfusunun çoğunlukla müslüman olduğu ve kötü idareden muzdarip olan nispeten az sayıda Hıristiyan’ın -ve sadece şehirlerde yaşayanların- olduğu Orta ve Kuzey Anadolu’da var olmasına izin verilebilir. Orada bile hem müslüman hem de hıristiyan olan tebaa için üzülmek gerekir. Ancak o zamanki gibi zayıf bir Türk Devleti, nispeten güçlü olduğu zamanlarda işlediği suçları işlemeye cesaret edemez.”
İTTİHAT VE TERAKKİ
“Türk hükümetinin kusurlarının tedavi edilemez olduğu, Abdülhamid'i devirdikten sonra iktidara gelen genç Türk çetesinin, suçsuz Ermenileri katletmede en açık şekilde gösterilmiştir. ‘İttihat ve Terakki Komitesi’, tüm ırklara ve inançlara eşit haklar vaat ederek başladı. Bu ‘İttihad’dı. Hemen ardından sadece Batı Anadolu’nun Yunanca konuşan sakinlerini kovmak ve Ermenileri yok etmekle kalmadı, aynı zamanda Arnavutları (hem müslümanları hem de hıristiyanları) Türkleştirmeye ve dillerini yasaklamaya çalıştı. ‘İttihad’ın aslında anlamı budur. Enver ve Talat gibi kabadayıların, eski Türk paşalarından daha beter Prusyalılaştırılmış müslümanların elinde ‘Terakki’nin ne anlama geldiğini son üç yılda hepimiz gördük. Anadolu’nun müslüman köylüsü, fanatizm tarafından kışkırtılmadığı sürece dürüst ve nazik bir dosttur, ancak idari güç olarak Türk, geri döndürülemez ve Müttefik Güçler, bağlı oldukları insan hakları ilkelerinin tümüne karşı sahtekârlık yapmış olacaklardır. Bundan sonra hiçbir Türk hükümetinin başka bir dinden olan tebaaya zulmetmesine izin verilmeyecektir.”