İrlandalı hekim R. R. Madden (1709-1886), 1824 yılında, bir Tatar refakatçının eşliğinde, karadan, atla, İstanbul’dan İzmir’e geldi.
Bu yolculuğu ve İzmir’deki gözlemlerini 22 Ocak 1825 tarihli mektubunda yazdı (XII Mektup) ve yayımladı. Onun gözlemleri, İzmir ve yakın çevresinin tarihi açısından değerli ve önemlidir. Osmanlı resmi belgelerinde bulamadığımız kimi bilgileri, onun mektubundan edinebiliriz
İrlandalı hekim R. R. Madden’in ilk tespiti, İstanbul-İzmir seyahatinin cesaret gerektirdiği yönündedir. Çünkü karadan atla yapılan bu yolculuk, fiziksel dayanıklılığı gerektirmektedir. Kaldı ki, Türk atlarının eyeri, Avrupalılar için uygun değildi. Kendisi, Türk eyerinin uygunsuzluğundan söz eder. İstanbul-İzmir arasında yer alan arazilerin çok mümbit olduğunu ama ekilmediğini; çok az insanın olduğunu ifade eder. Bu duruma sinirlenmiştir. Bir gün boyunca, hiç köylü görmemiştir. Bursa ile Manisa arasında, mezraa görüntüsünde tek tük evler görmüştür. Ortamı çok kasvetli bulmuş; doğanın cömert olduğunu ama insanların hiçbir şey yapmadığını gözlemlemiştir. Bu duruma canı sıkılmıştır. Bu ataleti de Müslümanların tembelliğine bağlar. Ona göre despotizmin izleri, sanki toprak üzerinde de görünür. Osmanlı idaresinin bozulma alameti, kasabalardaki acınacak durumdaki köylülerin yüzüne vurmuştur. Ona göre, bu toprakların zorbaların elinde olduğu ve kölelerin mağarası haline geldiği bir gerçektir. Atla gelirken ateşleniş, refakatçi Tatar’ın iyi bakması ve brendi içirmesiyle kendine gelmiştir. Hayatını ona borçlu olduğunu ifade eder. Efeslilerin, her yıl, Avrupalı seyyahları, Efes’e (Selçuk) getirdiklerinin de farkındadır. Bu bilgilerden sonra İzmir ile ilgili gözlemlerine geçer: İzmir Katolikleriyle Ortodoksları arasındaki mezheb tartışmaları, İzmir’e özgü bitkiler, Hristiyanların İslam’ı benimsemesi, Hristiyan kadınları, yemek ve danslar, İzmir bahçeleri, konsoloslar, Levant’taki İngiliz konsolos ve yardımcılarının durumu ile İngiliz bayrağının saygınlığı gibi konular onun ilgi alanına girmiştir.
TEK KONULARI İNCİR
İzmir kasabası, diğer Türk başkentleri gibi kirli dar patikalara ve tehlikeli geçitlere sahiptir. Çok sayıda Frenk (Avrupalı) tacir vardır. Bütün hayatlarını incir ve kuru üzüm üzerine kurmuşlardır. Mükemmel toplantı salonlarına sahiplerdir ve karnaval zamanı buralarda balolar verirler. Hristiyan toplumu için İzmir bulunmaz yerdir. Birkaç İngiliz tacir, Levanten kadınlarıyla evlenmiştir, yani İzmirli Rum kadınlarla. Bu kadınların içinde çok azı okuma yazma bilir, çok azı piyano ve harp çalar. Buna rağmen hepsi sevimli ve mükemmel eşlerdir. Hepsi de kocalarını mutlu ederler. Demek ki, bir kadın roman okumadan, aşk mektupları yazmadan da değerli bir eş ve yoldaş olabilir.
İzmir tüccar toplumunun şansızlığı, tüm muhabbetlerinin, incir veya meyveli konular üzerine olmasıdır. Onlara Bornova bahçelerini soruyorsunuz, size orada incirin çokluğundan söz ediyorlar. Siz, bölgenin merak edilecek şeylerini soruyorsunuz, onlar sizi, incir pazarına götürüyor. Onlardan siyaset üzerine bilgi almak istiyorsunuz, onlar size incirin azlığından söz ediyorlar. Siz onlardan ekstra bilgi almak istiyorsunuz, onlar size, incirin tatsız olduğundan bahsediyorlar. Kısacası sen nereye gidersen git, asli konu, incir, incir, incir. Eminim, bu sözcük, öldüklerinde, mezarda, onların kalplerine de yazılacak.
İnciri paketleme işleminden daha iğrenç başka bir işlem görmedim. Kocaman bir depoda incirler, yere dökülüyor; elli-atmış pis kadın, çocuk bağırtısı içinde, kümeler halinde çömelip, incirleri küme halinde yığıyorlar, seçiyorlar ve meyveyi sıkıştırıyorlar. Elle işliyorlar, ellerinin tükrükleyerek inciri sıkıştırıyorlar. Pis çocuklarının incirlere dokunduklarını gördüm. Bundan baka daha kötü şeyleri görmemek için çabucak oradan uzaklaştım. Bir daha incir yemeyeceğime yemin ettim.
'NEDEN SEVİNMİYORSUN?'
İngiliz konsolosu, yorulmadan, hızlı bir şekilde görevini tamamlamıştı. Ama ne yazık ki, Rumlara olan nefreti yüzünden bir hastalığa yakalandı. Onlara karşı nefretinin boyutu o kadar şiddetli oluyordu ki dostları onun bu acısını şefkatle gidermeye çalışıyorlardı. Bay W. Çok yaşlı ve çok zengindi. Yunan İhtilali bitmişti. İzmir’deki Yunan partizanlarının çoğu ölmüştü. Bir kısmı da, ev, emlak ve yurdunu kaybederek hayatta kalmıştı. Burada Katoliklerle Rumlar arasındaki nefret, hoşgörüsüzlüğü aşmış durumda. Öyle gözüküyor ki, samimi bir dinsel yakınlaşma bile, taraflar arasında kolaylıkla nefrete dönüşebiliyor. Sanırım, birbirine komşu olan ülkelerin halkları, birbirinden uzak olan halklara oranla, birbirlerine çok daha fazla düşman oluyorlar. Birkaç gün önce bana Rumların Katoliklere olan nefreti üzerine ilginç bir bilgi verdiler. Saygıdeğer bir ailenin tek oğlu olan genç bir Rum, Müslüman (Muhammedci) olmayı kafasına koymuş. Bu olaydan birkaç gün sonra, bu oğlanın babasının kapısında, omzunda bir Kuran, elinde bir bıçak, bağrında bir tüfek ile dolaşırken görülmüş. Bir Rumun böyle zavallı bir şekilde hava atışından hoşnutluk duyulmuş. Oğlan son derecede mutlu olmasının yanında, babası da o kadar berbatmış. Yaşlı fakir adam, sıkıntı içindeymiş. Dostları ona boşu boşuna sabır ve tevekkül tavsiye etmişler. Komşuları babanın bir çılgınlık yapacağından korkmuşlar. Onlar, teselli etmesi için ona papazı göndermişler. Papazın reveransı, Spartalıların yaptığı gibi cesurca olmuş. Papaz hiçbir Rumun karşı gelemeyeceği teselli ve öneride bulunmuş. Papaz, o mutsuz babaya, ‘Benim sevgili Hristiyanım, sen gerçekten üzülmüşsün, bu üzüntünde haklı olduğunu da hissediyorum, fakat biraz neşelen’ demiş. ‘Sen oğlunun bir Türk’e dönüştüğüne üzülüyorsun, bunu anlıyorum, ama onun Katolik olmadığına neden sevinmiyorsun’ demiş. Yaşlı adam, papazın haklı olduğunu anlaşmış ve gözyaşlarını silmiş.
Rumlar bana defalarca ‘neden o Katolik’in evine gidiyorsun’ dediler. Bir Katolik hanım da beni hizipçi Rumlarla haşır neşir olduğum için uyardı ve evini terk etmemi istedi. Ben onlara ‘Hiçbirinizin anlayamayacağı görüş farklılıklarından dolayı birbirinizin boğazını kesmeye neden bu kadar heveslisiniz?’ dedim. ‘Ben sizin dini inançlarınızı sorguladım, neticede hiçbiriniz kendi görüşlerinizi ön plana çıkaramıyorsunuz. Mihrapta mayalı veya mayasız ekmek yeme konusunu tartışırken bile birbirinizin mezhebine küfrederek konuşuyorsunuz. Aranızdaki mezheb farkını belirtiyorsunuz ama ikinizi da Hristiyan olduğunuzu unutuyorsunuz’ dedim.
İTİBAR VE İYİLİKSEVERLİK
Burada yaptığım ufak bir hizmeti bile itibar ve iyilikseverliklerinden dolayı karşılıksız bırakmayan Rum ailelerle tanıştım. Onlar karılarını yabancılara pek göstermek istemiyorlar. Şifa dağıtan biri olarak onların güvenini kazanmıştım ve sanırım Machaon (Yunan mitolojisindeki cerrah ve hekim) bile benim gördüğüm ikramdan daha fazlasını göremezdi. Bir defasında eski oyunların oynandığı bir partideydim. Dans edenlerin hareketleri, o eski danslardaki hareketlerin aynısıydı, eski vazoların üzerinde resmedildiği gibi. 10-12 güzel kadın çok şehvetli bir şekilde dans ediyorlardı ve başlarındaki çok güzel kadın ise işlemeli mendilini kullanarak onları yönlendiriyordu. Değişik figürlerle dans ediyorlar, birbirlerine yaklaşıyorlar, sık sık yarım daire şekline geliyorlardı. Dans edenlerle müzik çalanlar birbirine karıştı, şarkıcılar yavaş bir tonda şarkı söylemeye başladılar, dans edenler de insanın içini ürperten bir tonda şarkı söyleyerek yarım daire şeklinde toplandılar. Her şey bu şekilde devam ediyordu, ‘sanki hepsi birbirini yorarak bitkinleştirmek ister’ gibiydi.
Doğu'ya özgü bir ziyafet
Şekerlemeler ve tatlılar boldu. Dünyanın en güzel elleri bu ikramı yapıyordu. Güzel kokan pipolar ve bol miktarda rakı ikram ediliyordu. Akşam yemeğinden önce birkaç erkek ayık kaldı. Şölenin sonunda lezzetli bir pilav, üzerine yağ dökülmüş havyar, tatlı soslarla tatlandırılmış etler, börekler geldi. Rumlar dışında başka bir halkın sindirimini bozmaya yetecek miktarda yiyecek vardı. Bu, çok görkemli Doğu’ya özgü bir ziyafetti. Herkes bana ilgi göstermek için birbiriyle yarışıyordu. Buca, Bornova ve İzmir’in bahçeleri, Türkiye’de başka yerlerde gördüğüm bahçelerden daha güzeldi. Portakal, nar ve zeytin ağacı bol miktarda bulunuyordu. Mezarlıklarda yüksek selvi ağaçları ile biberiyeler bulunuyordu. Sarmaşıklar birbirine çok güçlü bir şekilde sarılmıştı. Bu toprağa özgü, caprificus (bardacık inciri) vardı. Düğün çiçeği özellikle büyüktü. Türkler genelde aşk için sümbül talep ediyordu. Menekşe de Türklerden büyük itibar görüyor; düğünde, bayram ziyaretinde veya genç bir Müslümanın sünnet töreninde sunulmak üzere yapılan şerbet için kullanılıyordu.
Şark safranı yetişiyordu
Crocus ang (safran) türünden daha güçlü olan Şark safranı burada bulunmaktadır. Manisa’da onun vahşi şekilde büyüdüğünü gördüm. Bu Anadolu’da çok miktarda bulunur. Bununla beraber, bu safran, İzmir’de daha karışık bir şekilde, İzmir’den Avrupa’ya gitmiş olan Mekke pelesengi veya pelesenk yağı gibi oluyor. Gerçek Mekke peleseng yağı çok zor bulunur. Sadece bir hacıdan onu ele geçirme şansı var. Meşhur botanikçi Sherard, İzmir’de İngiliz Konsolosu olduğu zamanda, İzmir yakınındaki Seydiköy’de ünlü bir koleksiyon oluşturmuştu. Bilimi teşvik etmek ve yaşadıkları ülkelerin doğal tarihine biraz ilgi göstermek için Doğu'daki konsoloslarımızın başka hiçbir bireyin sahip olamayacağı fırsatlardan yararlanmaması çok üzüntü vericidir.
Bayrak gönderden indirildi
Özellikle konsül yardımcılarımız, yarı Frank, tamamı düzenbazlardan oluşan karışık bir Levanten ırkından oluşuyor. Onlar çok yakın zamana kadar geçimlerini yağmalamalara borçluydular; adımıza şerefsizlik ve bayrağımıza rezalet getirdiler. Son dört yılda Levant'ta İngiliz bayrağına nasıl bir muamele yapıldığı İngiltere'de pek bilinmiyor sanırım. Kıbrıs'ta son on sekiz ay içinde İngiliz bayrağı gönderden indirildi. Rodos’ta konsolosun evi yağmalandı. Sayda’da ayaklar altına alındı. Tyre’de (Lübnan’da) İngiliz temsilci hapse atıldı. Tercüman kırbaçlandı. Akka’da tercüman hala zindanda. Beyrut’ta konsolosumuza hakaret edildi. Abdullah Paşa ile ilişkiler kesildi. Rodos ve Kıbrıs’ta olanlardan dolayı donanmamızın tazminat almaya ihtiyacı vardı ve onu aldı. Ama Suriye’deki olaylardan tazminat alınamadı. Tüm Avrupa, Hıristiyan kölelerin Mora'dan ihraç edilmesinden duyduğu öfkeyi dile getirirken, ticaretin gerçekte İngiliz bayrağı taşıyan Malta ve Cebelitarık gemileriyle devam ettiğine inanılmayacaktır. Eğer Amiral Hamilton'ın gayretli davranışı olmasaydı, hiç şüphem yok ki, bu rezil trafikte çok daha fazlası yaşanacaktı. Bu suiistimalleri, Levant'taki yabancı temsilcilerimize karşı hiçbir düşmanlık duygusu taşımadığım için söylüyorum. Ama bu ofislerin karakterli beyefendiler ve İngilizler tarafından doldurulabileceğini düşünüyorum.