18'inci yüzyılda Avrupa’da entelektüel çevrelerde ‘Türk despotizmi’ denilen bir kavram ortaya çıktı.
Fransız Osmanlı tarihçisi Jean-François Solnan’a göre, aydınlanma filozoflarının gözünde Türkiye’nin kötü bir üne sahip olmasının nedeni, yönetim biçimden kaynaklanmaktaydı
1748’de Montesquieu, 'Kanunların Ruhu Üzerine' isimli kitabında Asya despotizmi kavramını ortaya attı. Bu tür idare biçiminin en iyi örneği Osmanlı devletiydi. Osmanlı sultanı ‘hiçbir kanun ve kurala bağlı olmadan, tek kişinin iradesiyle ve kaprisiyle’ yönetiyordu. “Korkuya dayanan, ruhları bozan, bu canavarca idareden, insanın tüylerinin ürpermemesi imkânsızdır” diye yazmıştı Montesquieu. O, böylece ‘Asya despotizmi’ kavramının kuramını attı, despotik idare biçiminin, İslam dinine uyduğunu ileri sürdü. “Putperestlik ile İslam tevhit inancı birbirini dışlamadığı için ‘sultan’a tebaası tarafından tapılmaktadır” diye yazdı. İstanbul’u ziyaret eden Avrupalı seyyahlar, dünyanın en kalabalık şehrinde, ‘bir sessizliğin, bakışlarını gizleyen dilsiz bir kalabalığın hüküm sürdüğünü’ keşfettiler. Sultan, tebaasından sadece ‘biat’ bekliyordu. Mostesqieiu bunu, “Köle ordusu yaratmak için kötü bir tebaa yaratmak gerekir” şeklinde yorumlamış ve sultanların ‘eğitimi yok ettiklerini’ ileri sürmüştü. O şu sonuca vardı: “Avrupa ülkelerinin çoğunda yönetim ılımlı iken, yasama, yürütme ve yargı kuvvetinin sultanda birleştiği Türkiye’de, korkunç bir despotizm hüküm sürmektedir.”
VOLTAİRE KARŞI ÇIKTI
Voltaire, 'Töreler Üzerine Denemeler'inde başlangıçta, Montesqieu’nın görüşüne karşı çıktı. Despot kelimesinin Yunanca olduğunu, aile reisi veya evin babası anlamına geldiğini, Türklerin ‘Türk devletine bağlı çok zayıf senyörlere despot dediklerini’ ileri sürdü. Hâlbuki despot, bu dönemde bundan çok daha ileri bir kavramdı. Voltaire, Türkiye’de kanunların yürürlükte olduğunu söyler: “Türkler, özgürdürler, asalet ayrıcalığı yoktur, makam üstünlüğünden başka üstünlük tanımazlar.”
Sultanın önündeki engel, imparatorluğun çok dinli, çok kültürlü ve çok dilli olmasıdır. O, Montesqieu’nun aksine, Türklerdeki despotizmin ‘sadece dış görünüşten ibaret olduğunu’ ileri sürer (Osmanlı İmparatorluğu ve Avrupa, s. 361-362).
BİZANS'TA ŞEREF UNVANI
Despot kelimesinin Osmanlı resmi kullanımına bakalım: İlk Osmanlı kroniklerinde bu sözcük, Sırp despotu gibi, Osmanlı idaresine muhalif gayrimüslim yöneticiler anlamında olumsuz olarak geçer. 1693 tarihli bir Osmanlı arşiv belgesinde 'Teşene kalesi despotu'ndan söz edilir. Bizans imparatorunun şeref unvanı olarak geçen bu sözcük, İstanbul’un Türkler tarafından fethinden sonra, Osmanlı idarecileri tarafından, Bizans’ın vassalı olan idareciler için kullanılmaya başlandı. Avrupalılar nazarında ise sınırsız güç kullanarak kendi dini gruplarını, özellikle Ortodoks Rumları, zora ve baskıya dayanarak idare eden otokrat veya tiran anlamına geldi. Osmanlı sultanları kendilerini hiçbir zaman despot olarak nitelemediler. Bu nitelendirme Avrupalılar tarafından yapıldı. Tanzimat’ın ilanından sonra bu sözcük yoğun biçimde Osmanlı kullanımına girdi. Osmanlı idaresindeki bölgelerdeki Hristiyanların dini yöneticisi anlamında kullanılmaya başlandı. Kazak despotu, Bulgar despotu, Rum despotu, Sırp despotu, Ermeni despotu, kocabaşılardan farklı bir dinsel unvandı. Rumeli, Anadolu ve Balkanlarda özellikle Rumların yoğun yaşadığı yerlerde patrikhaneye bağlı birer despot unvanının taşıyan idari yetkisi olan din adamı bulunurdu. Bu makam ve unvan, metropolit unvan ve makamından daha aşağıda yer alırdı hiyerarşik olarak.
SARAY ONAYLIYORDU
Bir dönem, despotların atanması Saray tarafından onaylanıyordu. Hatta 1850’li yıllarda despotlar için konaklar (resmi bina) inşa edilmeye başlandı. Örneğin Tire’de despotlara mahsus olmak üzere bir konağın inşa masrafları o bölgenin Hristiyan tebaasından taksitle alınmaya çalışılmıştı. Anadolu’nun doğu vilayetlerinde de -Diyarbakır gibi- Ermeni despotları bulunurdu. Çoğu Osmanlı sultanlarına biat ettiklerini açıkça ifade ediyor, bunun karşılığında da Osmanlı sultanları tarafından mecidiye nişanı ile ödüllendiriliyordu. Bununla beraber, özellikle Balkanlardaki despotların bir kısmı ayrılıkçı Arnavut asilere destek veriyorlar, kendi tebaasından da nikâh parası gibi kanunsuz vergiler talep ediyorlardı. Anadolu’da, Samsun, Konya, Niğde, Trabzon, İzmir, Diyarbakır, Sivas, Karadeniz Ereğlisi gibi yerlerin patrikhaneye bağlı birer despotları mevcuttu. Balkanlarda ise Üsküp ve Kumanova’da, Bulgar, Gelibolu, Aynaroz, Silistre ve Karaferye gibi yerlerde Rum despotları görevliydi. Midilli, Rodos, Yanya, Preveze, Kandiya, Hersek, Isfakiye, Sisam, Vidin, İştip, Alasonya, Vidin, Radovişte gibi yerlerde Patrikhane'ye bağlı despotlar bulunurdu. Rumeli’de ise Tarabya, Keşan, Çekmece, Çatalca, Kumkapı gibi yerlerde despotlar mevcuttu. Demek ki, Osmanlı idaresi, despot kavramını dinsel bir kavram olarak ele alıyor ve bunları gayrimüslim tebaanın idari ve dini yöneticisi olarak değerlendiriyor.
Aydınlanma fikrine uygun değildi
Despotların Osmanlı sultanlarına sadakatsizlikleri üzerine hemen hemen hiç belge yoktur. Voltaire’in ‘bunların Türk devletine bağlı oldukları’ yönündeki iddiası doğru gibi görünüyor. Ancak Osmanlı idaresinin, bu tür gayrimüslim idarecilerin kendi cemaatlerine kilise hukukunu layıkıyla uygulayıp uygulamadıklarıyla pek de ilgilendiği söylenemez. Hristiyan cemaatler içindeki yönetim baskısı, aydınlanma filozoflarını rahatsız ettiği için, kendi hukuk kriterlerini Osmanlı sultanları üzerinde karşılaştırmak istemişlerdir.
Kendi şablonlarına göre, birtakım Avrupalı aydınların nazarında, Osmanlı sultanları bu sınavı geçememiş görünmektedir. Karşı çıkılan kavramlar, kötü idare, köleleştirme, özel mülkiyetin olmaması, kanunları keyfi uygulama, keyfi olarak adam öldürmeler, törelerin acımasız ve aşırı olduğu, miras kanunun tuhaflığı, üç kuvvetin sultanda birleşmesi, sadece bir kişi için (sultan) ikametgâh ve inziva yeri olan sarayın işleyiş tarzı gibi anlayışlar Avrupalıları korkutmuştur. Avrupa tarafından bakıldığında, bu eleştiriler çok doğaldır ve Osmanlı devlet anlayışının aydınlanma fikirlerine uygun olmadığı açıktır.