İngiliz büyükelçisi Percy Loraine, 10 Kasım 1938 tarihli telgrafla, Atatürk’ün öldüğünü bildirir ve “Ülkesi, ırkı ve halkı için yaşadı, düşündü ve çalıştı” ifadelerini kullanır
Türkiye’nin İngiliz büyükelçisi Percy Loraine (1880-1961), 10 Kasım 1938 tarihli telgrafla, Atatürk’ün ölümünü Viscount Halifax’a bildirdi. Telgraf metn,i oldukça kısa ve basitti. Atatürk’ün ölümünün İngiliz kralına haber verilmesini istiyordu. Telgraf metni şöyledir: “Belge 36. Sir P. Loraine’den Viscount Halifax’a, Ankara, 10 Kasım 1938. Cumhurbaşkanımız bu sabah saat 9 civarında hayatını kaybetti. Kral’a haber verin.”
Atatürk’ün ölümünden on beş gün sonra, 25 Kasım 1936 tarihli başka bir telgrafı, ‘gizli’ ibaresiyle Londra’ya gönderdi. Bu telgraf metninde onun Atatürk ile ilgili değerlendirmeleri yer alır. Bu metinde, büyükelçi Percy Loraine, Atatürk’ü diktatör olarak tanımlamaz. Onun ilginç şekilde ‘çifte karaktere’ sahip olduğunu; sıradışı ve dikkat çekici bir kişi olduğunu, Türklere özgürlük sağladığını ileri sürer. Loraine, şüphesiz, kendine göre bir karakter tahlili yapar. Onun Atatürk ile ilgili bu değerlendirmeleri, kimi kişilerce değerli ya da değersiz olabilir, ama bizi ilgilendiren asıl tarafı, İngiliz üst yönetiminde Atatürk ile ilgili kanaatlerinin oluşmasında, bu büyükelçinin verdiği bilgi ve yorumların etkili olduğudur. En azından büyükelçi Loraine, Atatürk’ü değerli bir şahsiyet olarak görmüş ve onun hakkındaki görüşlerini bir rapor halinde İngiltere’ye yazmıştır. Ağdalı ve uzun cümlelerle yazılan bu raporun Türkçe çevirisini, aşağıda veriyorum. Büyükelçi Loraine, çok uzun cümleler kurduğu için, kimi cümleler Türkçe’de tam olarak ifade edilemiyor. İkinci telgrafta ise şunlar yazar:
(Further correspondence respecting Turkey, Part XXXV, January to June, 1938-FO 424/282, s. 42-44)
‘Dost olarak görüyordu’
“25 Kasım 1936, Ankara. Sir P. Loraine’den Viscount Halifax’a;
Size M. Kemal Atatürk'ün vefatını bildiren 194 numaralı telgrafımı büyük bir üzüntüyle gönderdim. Her ne kadar büyükelçilik danışmanının, cumhuriyetin merhum cumhurbaşkanının kariyeri hakkında benim için çok iyi bir hazırlık yaptığına dair bir açıklamayı buraya ekleme onuruna sahip olsam da bu yazıda, Kemal Atatürk’ün yaptıklarının bir değerlendirmesini yapmayı önermiyorum. Ama daha ziyade kendisinin bir resmini vermek ve neyi temsil ettiği ve neyi ifade ettiğine dair bir tahminde bulunmaya çalışacağım. Onun kariyeri ve eserleriyle hiç şüphesiz yayıncılar ve tarihçiler ilgilenecekler, analiz edilecek ve tartışılacaktır. Ancak bunlardan çok azı onu bizatihi tanıyacaktır. Böyle bir bilgi olmadan onun yeniden canlandırılmasının yanıltıcı olacağı neredeyse kesindir.
Bu bilgiyi edinme hususunda belki de ayrıcalıklı oldum. Her ne kadar merhum Cumhurbaşkanıyla görüşme fırsatlarım az olsa da, yine de bu görüşmeler diğer diplomatik temsilcilere göre muhtemelen daha sık ve daha uzun süreliydi. Ama bunun dışında, görevimin ilk aşamalarından itibaren Atatürk'ün beni kişisel bir dost olarak gördüğünü, konuşmalarımız sırasında benden hoşlandığını, fırsat çıktığında her zaman sevindiğini, ilgi ve dikkatinin hiçbir zaman azalmadığını biliyorum. Dahası, onun yeteneklerini harekete geçirme konusunda bir yeteneğim varmış gibi görünüyor ve tartışılan konuyla ilgili fikirlerine veya sonuçlarına itiraz etme fırsatı bulduğumda o buna hiç kızmadı. Bu yüzden kendini bana genellikle yabancılara gösterdiğinden daha fazla gösterdiğini düşünüyorum. Ancak doğrudan edindiğim kişisel deneyimim dışında, onu ve onun özelliklerini, aralarında benimle kişisel dostluk kurduktan sonra benimle özgürce konuşmakta hiçbir zorluk hissetmeyen bazı kabine bakanlarının da bulunduğu bazı yakınlarıyla tartışma fırsatım oldu.”
‘Köleliğe izin vermedi’
“Atatürk'ün son derece sıra dışı ve dikkat çekici bir insan olduğunu söylemek için aslında özel bir şey aktarmıyorum. O, öyle biriydi ama neden sıra dışı ve neden dikkat çekici olduğunu açıklamaya çalışmalıyım. Bunun temel açıklaması olarak onun çift karaktere sahip olduğuna inanıyorum. Bay Armstrong'un bu cumhuriyette tiksinilen ve yasaklanan kitabı olan Bozkurt'u (Grey Wolf) okuyan çoğu insan, esas olarak büyük yeteneklere ve yılmaz enerjiye sahip bir adamın resmini görecektir. Ama tam bir acımasız, itici tavırları olan, kontrol edilemez bir öfke, dizginlenemeyen zevkler ve oldukça muteber olmayan tutkuları olan bir kişiyi de görecektir. Dahası, dostluğu çok değerli adamı da görecektir. Bu teşhisi doğrulayacak kanıtları toplamak zor olmayacaktır. Ancak ben, onun böyle tanıtılmasını tamamen yanıltıcı olacağına inanıyorum. İkili karakter, bir dizi belirgin anomali için bulabildiğim tek açıklamadır. Bu zatın on beş yıldan fazla bir sürede yaptığı hesaplanamaz iyilikler, ne şu ya da bu savaşı kazanarak, ne şu kanunu, şu alfabeyi getirerek, ne fesin giyimini yasaklayarak, ne de devleti laikleştirerek değil, ama yüzyıllardır acı verici, ruhları körelten kötü yönetime maruz kalmış bir ırkın dehasına güvenerek, sırf daha fazla köleliğe maruz kalmalarına izin verilmemesi gerektiğini bildiği için hesaplanamaz güçleri serbest bırakması -bu iyilik, bu zatın büyüklüğünün ölçüsü ve olağanüstü vizyonunun gerekçesi olmalıdır. Gerisi detaydır. Bu detaylar bir dedikoducuyu bağlar ama tarihçinin bu dedikoduları uygun bir seviyeye indirmesi iyi olur.”
‘Gereksizi gerekliden ayırır’
“Bu zatın dinamik enerjisi üzerinde durmama gerek yoktur. Onun karşı konulamaz gücü, artık Türk ırkının tarihindeki en dikkat çekici sayfalardan biri haline gelmiştir, ama onun çok da belirgin olmayan bir başka bir özelliğinden de bahsetmek isterim. Bu, Atatürk'ün, gerekli olmayanı anında gerekli olandan ayırmak ve bir separatörün sütü kremadan ayırması gibi otomatik olarak gereksiz olanı atmak konusundaki doğuştan gelen ve aslında farkında olmadığı yeteneğidir. Bu zatın karakterinin her yerinde, ya da en azından şu anki durumunda çelişkilerle karşılaşıyorsunuz. Birkaç yıl içinde çokeşliliği yasal bir durum olmaktan çıkardı ve tüm liberal makamları, kadın cinsiyetine bile açtı; hatta haremlerin eski sakinlerine bile, eğer isterlerse. Özel hayatını karakterize eden gelenekselliğinin tamamen göz ardı edilmesi, giyiminin kusursuzluğu, tavırlarının mükemmelliği ve resmi veya temsili bir sıfatla hareket ettiği zamanlardaki asaleti ile garip bir tezat oluşturuyordu. Çok az büyük adam sizin daha rahat ve güvenli hissetmenizi sağlayabilir. Yok denecek kadar az insan da sizi daha da rahatsız ettirebilirdi diye düşünüyorum.
Atatürk, Batı’da şimdi 'yes-men' olarak bilinen, Türkiye'de ise uzun süredir ‘evet efendimci’ olarak bilinen şeyi sevmedi ve küçümsedi. Ne aptallara ne de dalkavuklara tahammül etti ve belki de hepsinden önemlisi sömürücüden nefret etti ve açgözlüyü küçümsedi. Birinin kendisi için çalıştığı fikri, ona göre, gülünç bir şeydi. Kendisi ülkesi, ırkı ve halkı için yaşadı, düşündü ve çalıştı. Ona göre, başkaları da aynısını yapmazlarsa, görevlerini eksik yapmış oldukları kanaatine varıyordu.”
‘ATATÜRK, DİKTATÖR DEĞİLDİ’
“Onun gelecek kuşaklara diktatör olarak aktarılmasından korkuyorum. Bunun diktatör sözcüğü için yanlış bir isim olduğuna ikna oldum. Hem savaşta hem de barışta çok büyük bir lider mi, evet, ama gerçek bir diktatör mü, hayır. Ne yazık ki, bildiğim kadarıyla, onu ölçecek kabul edilmiş bir diktatör tanımımız yoktur. Ancak Hitler ve Mussolini'den farklı olarak, onun devlette hiçbir idari veya yürütme işlevi yoktu. Affetme veya genel af çıkarma yetkisine sahip değildi. Mahkemelere talimat verme yetkisi yoktu. Yabancı diplomatik temsilcilerini kabul etmeyi reddedebilirdi. Bu hususları sadece teknik olduğu gerekçesiyle bir kenara atabilir ve Devletin tüm faaliyetlerinde onun iradesinin üstün geldiğini iddia edebilirsiniz. Bu doğrudur, ancak sorumluluğu üstlenenlerin rızasıyla galip geldi. Bir dizi sert olaylar, Atatürk'ün vizyonunun net olduğunu; muhakeme yeteneğinin isabetli olduğunu göstermişti. Hata yapmadı. O halde ondan tavsiyeler alınmasına ve memnuniyetle takip edilmesine şaşmamalıdır. Ama onu Hitler, Mussolini ve Primo de Rivera gibi tipik diktatörden ayıran şey, belki de, başından beri, bilerek ve titizlikle kendisine hizmet edecek bir sistem yaratmaya çalışmasıydı. Halefinin sakin bir şekilde seçilmesi ve ölümünden bu yana rejimin kesintisiz devam etmesi bir ölçüt olarak kabul edilirse, bunu başardı.
Onun içgörüsünde neredeyse esrarengiz bir şeyler vardı, adilik ve sinsilik konusundaki beceriksizliğinde, muhteşem bir şey vardı. Konsantrasyon gücünün sağlamlığında hayranlık uyandıran bir şey vardı. Bilinçaltındaki mücadele ve anlayış -muhtemelen buz gibi dimdik duran bilinçli iradesindeki esneklikte- ihtiyacında çekici bir şey vardı.”
Dostluk eli, Doğu’da barışı sağladı
Büyükelçi Percy Loraine’in 25 Kasım 1936 tarihli telgrafı şöyle devam eder: “Müslüman olarak doğdu ve ateist öldü. Doğruluğu sevdi ve kötülükten nefret etti. İçgüdüsel ve mesleği gereği bir asker olduğundan, savaştan nefret ediyordu ve bunu yapacak özgürlüğe ve güce sahip olur olmaz, barışı aradı ve barışı sağladı. Türkiye'nin kaderini eline aldığından beri, çoğu Osmanlı İmparatorluğu'nun düşmanı, bir kısmı eski tebaası olan ülkelere, Kemalist Cumhuriyetin eşit dostluk elini uzattı. Bu dostluk eli çoğunlukla tutuldu ve kümelenen bu etki, sürtüşme sebeplerinde dikkate değer bir azalma ve diğer Doğu'nun geniş bir bölgesinde eşit derecede dikkate değer bir barışın sağlamlaşmasına neden oldu.”
En büyük zaferi: Özgürlük!
“Kemal Atatürk, yapılması gerektiğini bildiği şeyleri ve gerekeni korkusuzca yapmaktan asla vazgeçmedi” ifadesinin yer aldığı telgraf, şöyle sona erer: “Hastalığının ağırlaşmasıyla ölüme yaklaştırdığında bile ne yüreğine ne de aklına korku geldi. Türk ulusuna hizmet ederken öldü. Ölüm bile onu bu en büyük zaferden mahrum bırakmamış olabilir. O, insanlara yaşamlarını, haysiyet ve şereflerini, insanca yaşama yolunu ve belki de bunlardan en değerlisi, bu haklardan yararlanmalarını sağlayacak özgürlüğü sağlamıştır.”