Bir şehirde yaşamanın belki de en büyük bedeli, bitmek bilmeyen bir gürültüyle birlikte yaşamaya alışmaktır. Sabah trafiğinin homurtusu, inşaat alanlarından gelen makine sesleri, kalabalık caddelerde yankılanan korna gösterileri... Tüm bunlar, modern yaşamın bir parçası haline geldi. Ancak şehir sakinlerinin içten içe sessizliği özlediğini fark etmek zor değil.
Şehirdeki gürültü, yalnızca kulakları rahatsız etmekle kalmaz; zihni yorar, ruhu sıkar. Bu gürültü kirliliği arasında sessizlik bir lüks haline geldi. Parklarda kuşların ötüşünü duyamamak ya da gece yıldızları izlerken tamamen sessiz bir ortam bulamamak, bizi çok şeyden mahrum bırakıyor.
Dünyanın çeşitli yerlerinde, sessizlik giderek daha çok özlenen bir kavram haline geldi. Araştırmalar, şehir gürültüsüne uzun süre maruz kalan bireylerin daha çok stres, anksiyete ve uyku bozukluğu yaşadığını gösteriyor. Sürekli bir uyarılma hali, zihinsel sağlığımıza ciddi zarar veriyor. Oysa sessizlik, insana durup düşünme, nefes alma ve kendini yeniden keşfetme fırsatı sunar.
Bu noktada, sessizliğin bir insan hakkı olup olmadığı tartışılabilir. Şehir planlamalarında, gürültü kirliliğini azaltıcı politikaların devreye girmesi çok daha yaygın hale gelmeli. Yeşil alanların arttırılması, sessizlik koridorlarının yaratılması ve gürültü kontrol yasalarının etkin uygulanması gibi adımlar atılabilir.
İnsanlar, şehirlerde yaşamanın bedelinin ruh sağlıklarından ödün vermek olmaması gerektiğini anlamaya başladı. Ve belki de bu anlayış, daha sessiz, daha huzurlu bir gelecek için umut yaratabilir.