Dost ve akrabaların telefon ve tebrik mesajları ile çok mutlu oluyoruz, ancak kutlanacak pek bir şey kalmadığı için, bizler için herhangi bir gün, 14 Mart. Geçmişi anımsıyor, bugünle karşılaştırıyoruz…
Türkiye’de ve Ortadoğu’da emperyal oyunların yoğunlaştığı bugünlerde, İstanbul’un emperyal güçlerin işgali altında olduğu 1919 yılında, işgali protesto etmek için Osmanlı’da tıp eğitiminin başlama günü olan 14 Mart gününü seçen ve Tıbbiye-i Şahane binasının iki kulesinin arasındaki çatıya çıkıp, dev bir Türk bayrağını dalgalandıran Tıbbiyeli Hikmet geliyor, aklımıza. Ünlü sunucu Orhan Boran’ın babası olan Hikmet, Sivas Kongresi’ne de katılmış, burada konuşan Amerikan mandası yanlılarına kızıp, Mustafa Kemal’e dönerek, “Manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi de reddederiz!” sözlerini sarfetmiştir. Bu sözlerden çok mutlu olan Mustafa Kemal, “Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal ya ölüm!” sözleriyle karşılık vermiştir. Tıbbiyeli Hikmet bugünkü teslimiyetçi tutum karşısında ne yapar ve neler söylerdi acaba?
Çok çalışkan bir öğrenci olmamama karşın, çok istediğim tıp fakültesine girebilmek için yaptığım yoğun çalışmaların ardından, Türkiye’de ilk 100-150 arasına girdiğimi öğrendiğimde yaşadığım şaşkınlık geldi aklıma. Sınıf arkadaşım olan eşimle mecburi hizmet için gittiğimiz Kastamonu’nun Tosya ilçesinde, halkın saygısını göstermek için eşime ‘Doktor Bey’ demelerini anımsadım. Arabalarımızın ön camına yapıştırdığımız tıp amblemini gören trafik polislerinin, bizleri durdurmayıp, “Buyurun geçin” demelerini de…
2005 yılında, zamanın başbakanı “İğneyi doktora değil, hemşireye yaptırırım, doktor damarı bulamaz, icabında felç de edebilir” dediğinde, Türk Tabipler Birliği Başkanı rahmetli Füsun Sayek’in söylediği “Canım Başbakan'a iğne yapmak istiyor” sözleri geldi aklıma...
Sağlık çalışanlarına giderek artan darp olaylarını, çok sayıda genç ve başarılı hekim yurt dışına kaçarken, söylenen “Giderlerse gitsinler” sözlerini, “Artık doktor dövebiliyoruz” diye sevinenleri anımsadım.
Yaşadığım güzellikleri de düşündüm. 1995 yılından bu yana Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde lisans, uzmanlık, yan dal ve doktora düzeyinde dokunma şansına sahip olduğum pek çok değerli öğrenciyi… Kuruluşundan itibaren 7-8 yıl boyunca konuk öğretim üyesi olarak ders verdiğim Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi’ndeki öğrencilerimin gözlerindeki pırıltıyı; Ayvalık’ta kadın doğum uzmanı çalışmaya başlayan bu öğrencilerden birini henüz ziyaret edememiş olduğumu hatırladım…
Son zamanlarda beni en sevindiren olay, birkaç ay önce Manisa’daki bir dersimin ardından, bir tıp fakültesi ikinci sınıf öğrencimin yanıma gelip, arkadaşlarıyla birlikte bilimsel bir araştırma yapmak istediklerini söylemesi oldu. Kendilerine çok güzel ve önemli bir konu önerdim, literatürü taramalarını ve bazı öğretim üyeleri ile görüşmelerini istedim. Bütçeyi ‘Öğrenci Projesi’ne uygun hale getirdik, yakında projeyi sunacağız.
En üzüldüğüm olay da Manisa’da gerçekleşti: 25-30 yıl kadar önce, üniversitedeki yöneticiliğimin ilk yıllarında Manisa Tabip Odası ile çok yakındık, 14 Mart Tıp balolarını birlikte düzenlerdik ve bir zorunluluğum olmamasına rağmen (hiç özelde çalışmadım) Oda’ya üye olmuş, seçimlerde oy kullanmıştım. Yöneticilikten uzaklaştıkça, üye olduğumu bile unutmuştum. Geçen yıl telefonumdaki eski mesajları okurken, bu Oda’dan gelen ve birikmiş aidat borçlarımı indirimli ödeyebileceğimi bildiren bir mesaj fark ettim ve kendilerine bu indirimden yararlanmak istediğimi bildirdim. Bana sürenin dolduğu bildirildi ve bir süre sonra ‘icraya verildiğimi’ öğrendim. Bir de istifa dilekçesi örneği göndermişler, sağ olsunlar! Parayı ödedim, ama istifa etmedim. Bu “İcra’atları” nedeniyle yönetimi kutluyor, bol kazançlar diliyorum…
Neredeeeen, nereye!