1. Türk Dili Kurultayı, 26 Eylül 1932’de Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün de katılımıyla açıldı. Bu tarih, olağanüstü bir devrimin bayram günüdür. 87. yılı kutlu, ömürlerini bu uğurda armağan eden aydınlanma neferlerine selam olsun. Kaynaklara göre konuşacak olursak, bu bayramın önsözü, Karamanoğlu Mehmet Beyin 13 Mayıs 1277’de yayınladığı fermanla yazılmıştır: “Şimden gerü hiç kimesne kapuda ve divanda ve mecalis ve seyranda Türki dilinden gayrı dil söylemeyeler!”

***

1277’den 1932’ye uzanan ve asla tükenmeyecek bu duruşun, eylemin ve devrimin çocuklarıyız. Elbette anlamı, önemi ve sorumluluğu bilinmeden, “Dil Bayramı” kutlanamaz, bu olağanüstü devrimin parçası olunamaz. Öte yandan devrim sözcüğünü uluorta kullananların, devrimciliği lafazanlık sananların ve devrimcileri hayattan kopuk idealistler olarak görenlerin, nihayet sözcüğü ve kavramı terörize ederek egemenliklerini sürdüreceklerini sananların kulakları çınlasın! Bu algıya su taşıyan, neyi neden savunduğunu ya da reddettiğini bilemeyen aciz ve çapsızları da ekleyelim ki, listemiz eksik kalmasın.

Sağ ve sığ cenah, dil devrimini asla sevmedi, benimsemedi, anlamadı. Bunu beklemek hayaldir. Çünkü dil, bir anlatma, anlama ve çıkarımda bulunma açısından bir dünya görüşü tercihi, bir kültür algısıdır. 700 küsur yıl coğrafyayı ve halkları yöneten bir aile, neden giderek koyulaşan ve Anadolu aydınlanmasını öteleyen bir dil tercihiyle egemenliğini sürdürdü? Bir sıçramayla yakın tarihimize gelelim ve soralım: neden 12 Eylül rezilliği, ilk ihanetlerinden birini TDK’yi kapatarak işledi? Elbette asla yalnız değillerdi, bu toprağın ekmeğiyle suyuyla yetiştiğini unutan bir ruhsuzlar çetesi, yüzyıllar boyu kendine “münevverim”, “elitim”, “seçkinim”, “entelektüelim”, en acısı “sanatçıyım” yaftaları yapıştırarak, bu korkunç düzene su taşıdı. Onlar sayesinde kavramlar ve tanımlar paçavraya döndü. Dünküler malum, bugünkülerde “Ne kadar anlaşılmaz olursam, o kadar itibar görürüm” sersemliği, “Ben dümenine bakarım, ödülümü ekmeğimi kaparım” serkeşliği içinde, hizmetlerini sürdürmektedir.

Şimdi kimi suratların asıldığını, burunların kıvrıldığını biliyorum. İçlerinde bizi şoven, faşist, ırkçı, ıvır zıvır işlerle uğraşan olarak niteleyenler de vardır. Bizim onlara vereceğimiz yanıt, Pir Sultan Abdal’dan Nazım Hikmet’e, Orhan Veli’den Aziz Nesin’e uzanan devasa birikimden başka bir şey olamaz.

Anlayamadıkları çok şey var, hangisinden başlayalım? Diline saygı göstermediği için, başka dillere hakaretler yağdıran yobaz cahilliklerinden mi? Dilin, insanlık bahçesine sunulan bir armağan olduğunu süzemeyen ilkelliklerinden mi? Dilimizin ve bütün dillerin gelişim evrelerine saygı duymamızı, bu evrelerin evrensel kültür hazinesine katkılarına titizlenmemizi göremeyen körlüklerinden mi? Adı Türkiye olan bir cennet coğrafyaya güzellikler bağışlayan dilleri, ağızları, söyleyiş farklarını sahiplenmemizi ve savunmamızı anlayamayan, işlerine geldikleri zaman sözüm ona güldürü, gelmediği zaman ırkçı aşağılama malzemesine dönüştüren alçaklıklarından mı? Bütün bunlara ek olarak, bugünkü berbat sistemin, kitleleri yoksullaştırma ve yoksunlaştırma açısından, önce dili mahvettiğini anlayamayan aymazlıklarından mı? Şimdi bu zekâ bariyerlilere, örneğin Babil Söylencesini anlatmanın bir yararı olur mu?

***

Her şey dille başlar ve biter. Sanattan, bilimden, düşünceden uzaklaştırılan, bunlar sayesinde hayatına anlam ekleyenlere düşman edilen, günde yirmi sözcükle sürdürdüğü sefilliğin normalliğine inandırılan, cehaletin ve ilkelliğin baş tacı edildiği bir coğrafyada, dil artık bir “anlama ve anlatma” aracı değildir. O dil artık yalnızca yalana, talana, küfre, şiddete yarayan bir kötülük malzemesidir.

Durum bu kadar vahimse, sen nasıl bayram deyip duruyorsun diyenler olacaktır.Evet bayramdır. Çünkü bu vahamete teslim olmadan, sızlanıp diz dövmekten öteye geçeceksek, dilimizi bir şenliğe çevirmek, bir devrimciye yakışacak biçimde ve inadına “Yaşasın Türkçe!” demek, eylemek zorundayız. O kurultayda buluşanlar gibi.