Elli yıl kadar öncesinden tanığım ki, bu ülkenin en çok kazananları plaket, şilt, kupa, madalya ve berat üreticileridir. Çocukluğumun Çınarlısında bir süre, istasyona yakın bir barakada, bu işle uğraşan bir ustanın çıraklığını yaptım. Benim ustam, şarabi ve paraya burun kıvıran bir emekçiydi. Bunlar ne işe yarıyor diye sorardım. Kaç kere, kim bilir ne ışıklı, ne şaşaalı salonlarda verilecek ödülleri, o yel üfürür sel götürür dükkânda önce ben almışımdır. Ustam esrik keyfiyle bir tören düzenler, pek anlamadığım bir söylev sonunda, az önce üstüne toz döküp kadifeyle parlattığım bir şilti bana sunar, “Haydi, şu okulları bitir de, gerçek bir merasimle, hak ederek sen al” derdi. Yanisi şudur ki, bugün bu kentte yıllar önce alınmış ve en güzel köşelerde duran ödüllerin bir kısmı, o küçük dükkânda bir keyifli usta tarafından, gerçek sahiplerinden önce koca kulaklı bir çırağa verilmiştir.
Aradan yıllar geçti. Şimdi benim evimde de onlardan var. İnsan, ruhsal bir sorunu yoksa emeğini de, hak ettiği ya da etmediği karşılığı da iyi bilir. Şimdi ben de, oraya buraya serpiştirilmiş ödüllerime bakıp, emeğimi ve inandığım işleri onurlandıranlarla gönenir, toptancı anlayışla laf ola beri gele verilenleri pencere kapı çarpmasın diye kullanırım. Ne zaman onlara dokunsam, gözümün önüne geçmişin Çınarlısından bir usta ile çırağı gelir.
Biz yermede de, onurlandırmada da aşırıya kaçmaya, işin debisini azıtmaya ve tadının içine etmeye teşneyiz. Katıldığım kurumsal bir şiir yarışmasında, o kuruma yolum düşüp, birinci gelecek şiirin orada ve yazanı ile kurum yetkilisinin nezaretinde daktilo edildiğini görmekten başlayıp, “Ya benim oyunumu birinci seçin, ya da hiç dereceye falan sokmayın” diyenlerden ve gereğini yapanlardan çıkabilirim. Örneğin, yönettiğim ve “Yılın Yönetmeni” ile “En Başarılı Oyuncu Ödülü” aldığımız bir oyunu, provasında izleyen, daha doğrusu beşinci dakikasında uykuya daldığı için izleyemeyen “Seçici Kurul Üyesi”ni nasıl unutabilirim? Şu yarışma ve ödüllendirme konusunda kuşkusuz her sektörde ne saçmalıklar yaşanıyordur, bizim sanat cenahında da farksızdır.
Bütün bunları söylüyorum diye, ödülleri ve analarının sütü kadar hak edenleri de aynı çuvala soktuğum, küçümsediğim düşünülmesin, bu bize yakışmaz.
Ödüller herkesi mutlu edip, ortadan dengeli ve makul bir hoşluk yaratmak, sağa sola selam vermek için değil; verenin ve alanın niteliğini, emeğini, o ödül dalıyla ilgili estetik, düşünsel, bilimsel ve en önemlisi etik tercihini ve duruşunu gösterip onurlandırmak, toplumsal bir algı yaratmak içindir. Bugün ne yazık ki, yarışma ve ödüllendirme açısından da bir enflasyon yaşıyoruz. Neredeyse her toplaşma, yalnızca kendi cenahını ilgilendiren ödüllendirmelerle, bu olumsuzluğa ekleniyor. O yüzden hemen her ödüllendirme tartışılıyor, yine ve ne yazık ki olan emeklere, inandırıcılığa ve samimiyete oluyor. Unutulan şu ki hiçbir şişirme ve düzmece iltifat, söz gelimi tiyatroda, ne alkışı ne ödülü hak eden bir oyunun, sahnede sırıtmasına, dökülmesine ve iki günde çöpe atılmasına engel olamıyor. Ödülün nodüle dönüşmesi, işte böyle oluyor.
İşin bir de, sokaklara meydanlara adların verilerek ödüllendirilmesi sorunu var. Onlar, adı verilen kişilerden çok, o kentin ve yönetiminin onurlandırılmasıdır. Biz böylesi adlandırmalarla, o kentin değerlere nasıl sahip çıktığını görür, yürekten kutlarız. Lakin burada sorun, bu tür bir ödüllendirmeyle onurlandırılan kişilerin, bu taltifi ne kadar taşıdığı ve taşıyacağıdır. Yakın zamanda, Narlıdere’de bir sokağa adı verilen birinin, sonradan ona yüklenen değeri taşıyamadığı, saçmaladığı, kimlik ve duruş erozyonu içinde tarihini sıfırladığı için, yerel yönetimin başına açtığı sıkıntıları anımsarsınız. 12 Eylül faşizminin şefinin adını oraya buraya verenler, acaba şimdi ne düşünüyorlardır dersiniz? Bizim gibi gündelik yaşayan, gazlamaya tuzlamaya teşne coğrafyalarda, ne yazık ki böylesi cinslikler sıradan vakalardır.
Atilla Köprülüoğlu ayrıntıları gayet güzel yazdı, yinelemeye gerek yok. Konak Belediyesinin Şadan Gökovalı’nın adını verdiği sokak açılışında, bunları düşündüm. Herkese, ödüllendirme ve onurlandırılma bahsinde, hak edilmiş gerekçeler dileyelim.
Yazıyı bitirirken, Elazığ ve çevresindeki deprem haberi geldi. Üzüntü ve acımız büyüktür. Doğa yalnızca “ben buradayım “demiyor, “Sen neredesin, ne yapıyorsun?” diye soruyor. Demagogların değil, uzmanların söylediklerine kulak vermenin tam zamanıdır.