Bu yazıda kadının tarihte toplumsal yaşamdaki yerini, geçmişte ve bugün nasıl algılandığını konu edineceğim. Arkeolojiden vereceğim iki kadın heykeli örneği bize bu konuda fikir verecektir. “Willendorf Venüsü” kireçtaşından yapılmış en eski örneklerden kabul edilmektedir. Willendorf Venüsü günümüzden 28 ila 25 bin yıl önce, Paleolitik dönemde yapılmış bir Venüs figürinidir. 11 cm boyundaki figürin 1908 yılında Avusturya’daki Willendorf yakınlarında bulunmuştur. Binlerce yıl önce yapılmış bu kadın figürlerinin bereketin ve doğurganlığın simgesi olduklarına inanılmakta.
Günümüzde Çatalhöyük’te bulunan en ünlü heykelcik, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenen “Oturan Kadın” heykelciğidir. İri göğüsleri ve geniş kalçaları nedeniyle her zaman hem tarımla hem de doğurganlıkla ilişkilendirilen kadın figürininin, iki leoparın arasında oturur durumda tasvir edilmesi, onun güçlü bir kişilik olduğunu düşündürmektedir. Bacakları arasındaki yuvarlak şeklin yeni doğmakta olan bir çocuğun başını veya saygın bir atanın kafatasını betimlemesi olasıdır.
Muhtemeldir ki “ilkel insan” -tırnak içinde kullanıyorum zira ilkel ya da modern, postmodern olmak üzerine uzun tartışmalar yapılabilir ancak bu yazının sınırları dışında olduğu için şimdilik kapsam dışında tutacağım- toprağın karnından fışkıran yaşam ile kadının karnından doğan yaşam arasında bağ kurmuştur. Gerek tanrıça heykelleri gerekse hamile kadın heykelleri bizi böyle düşünmeye zorluyor. O halde binlerce yıl önce kadının toplumsal yaşamda prestijli bir statüye sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Kanımca sormamız gereken ilk soru şu olmalıdır: Ne oldu da kadın prestijli statüsünü kaybetti? Göbeklitepe’de yapılan kazılar, insanın toprağa yerleşme tarihini on iki bin yıl öncesine kadar geri götürdü. Bu tarihe gelene kadar insanın biriktirme olanağı yoktu, mevsimleri takip ederek göçmek zorundaydılar. Tarımı ve hayvanları evcilleştirmeyi öğrendiklerinde göçebe yaşama son verebilme olanağı yakaladılar. İnsan, ambarda buğday, ahırda hayvan biriktirebilme olanağına kavuşmuş oldu. Toprağın, tahılın, hayvanların sahibinin erkek olduğunu söylemeye gerek yok. Erkeğin sahip olduğu mülk bunlarla sınırlı kalmadı, kadın da artık bir cinsel metaya dönüşerek erkeğin mülkiyet envanterine girmiş oldu.
Kadın, o günden bugüne yaptığı yolculukta bazen köle, bazen cariye olarak alınır satılır bir metaya dönüştü. Küçük bir kadın azınlık bu süreçte dışarıdan bakıldığında şanslı gibi görünse de arka planda kadının köleliği sürmekteydi. Konaklarda, saraylarda; soylulara, krallara, padişahlara hizmet eden kadınlar şatafatlı hayatlarının arkasına sakladılar tutsaklılıklarını.
Sanayi devrimiyle iş gücüne duyulan ihtiyaç, sadece kadınları değil çocukları da evlerinden çıkarıp görece “özgürleştirdi.” Kadın, artık emeğini düşük ücretlere satabiliyordu. 19. yüzyıl işçi sınıfının burjuvaziyle çatışması, sınıfsal hak kavramının insan yaşamında yer bulmasının yüz yılı oldu. Bu süreç, kadın hakları kavramıyla da tanıştığımız dönem oldu. 20. yüzyılda da devam eden kadının hak arama mücadelesi, farklı zamanlarda, farklı coğrafyalarda kadın hareketlerine dönüştü.
Ülkemizde kadın haklarının gündeme gelmesi kurucu meclisin 1926 yılında medeni kanunu kabuluyle başladı diyebiliriz. Günün koşullarında bir kadın haraketinden söz etmenin mümkün olmadığı bu tarihte kadınlara hakları altın bir tepsiyle sunuldu. Öznesi tarafından bir çaba sonucu elde edilmemiş hiç bir hakkın taşıdığı değeri ölçmek mümkün olmadığı için, kadınlar da var olan haklarını kaybetmeye başladıklarında ve/veya kullanmak istediklerinde, kadın haraketine dönüşme ihtiyacı duydular.
Ez cümle bugün ülkede en etkili sivil muhalafet kadın haraketinin haklarına sahip çıkma mücadelesidir diyebiliriz. Kadın, tarih öncesinde olduğu gibi yaratıcı, eşit, insancıl rolüne geri dönme mücadelesini her geçen gün daha çok güçlenerek vermektedir. Dünyanın yaşanası bir yer olmasını, yaşamı üretenlerin gerçekleştirebileceğine inanıyorum.