Çıtalar ideale yakın kareler, dikdörtgenler oluşturdu. O kasalara ketenden bez gerildi. Tuvaller beyaz astarıyla hazırdı. Akrilik boyalar da vardı; renk renk, bir sürü... Ama hiçbiri yeterli olmadı. Resim doğmak için zamanını bekledi. Pandeminin fitilini ateşlediği bu dönem birçok sanatçıyı da derinden ekledi. Ressam Reyhan Abacıoğlu, bu suskunluğa karşı çıkışını, “Daha fazla hayat, daha fazla şiir” isimli sergisi ile yaptı
Reyhan Abacıoğlu Hanımefendi;
Satırlarıma başlamadan önce Ankara’da Arda Sanat Galerisi’nde 1 Nisan günü açtığınız “Daha fazla hayat, daha fazla şiir” temalı resim serginiz için yürekten kutluyorum…
Ankaralılar Nisan sonuna kadar eserlerinizi izleyebilecek. İzmirli bir sanatçı olarak bir kez daha uzaklarda bir temsildesiniz. Bu güne kadar 40 kişisel sergi açtınız. Bu kırk birinci… Kırk bir kere maşallah!
Çalışmalarınızı yakından bilenler bu sergideki eserlerinizi ‘çok güçlü' olarak niteliyor.
Dile kolay; sergide 40 eser yer alıyor. Demek ki biriktirmişsiniz, demek ki anlatacak çok şeyiniz var daha…
Şimdi geriye şöyle bir bakınca… Pandemi siz sanatçılar için de çok zor geçti, şüphe yok...
Salgının karmaşayı tetiklediği o günlerde önceliklerimiz vardı: Ekmek, maske, kolonya, dezenfektan, tedavi desteği, internet mağazacılığı…
Doğruya, doğru… Resim yoktu o öncelik listesinde. Yaşamlarımızı tehdit eden gerçeklik önceliklerimizi belirledi.
Sanatçı olarak siz de resimden vaz geçtiniz belki bir süre… Korkuların, endişelerin ve belirsizliğin hüküm sürdüğü bir dünyaya eser vermeyi anlamsız buldunuz.
Theodor Adorno, Almanya’da İkinci Dünya Savaşı sırasında kurulan ölüm kamplarının insanoğluna bıraktığı mirası, “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” şeklinde ifade etmişti. O günden sonra şiir yazılmaya devam etti, gelecekte de yazılacak. Ritsos, “Bir dize yazıyorum, dünyayı yazıyorum; ben varım; dünya var…” demedi mi? Dünya varsa resim de var… Ressam varsa resim de var. Gerçeklik bir biçime girip sanat eseri olarak karşımıza çıkıyor sonunda…
Tuvalle, fırçayla, boya ile tekrar kucaklaşmanızı kutluyorum.
“Daha fazla hayat daha fazla şiir” resim sergisi umarım Ankara’dan sonra İzmir’de kendisine yer bulur.
***
BAHAR GELDİ AMA
Öğretmen öğrencilerini, fotoğraf ve kupaların camekanlı raflarda sergilendiği giriş bölümüne götürür. Burası okulun eski mezunlarının fotoğraflarının da yer aldığı ve her gün önünden onlarca öğrencinin umursamadan geçtiği bir bölümdür. Öğretmen öğrencilerine eski sararmış bir fotoğraftaki öğrencilerin yüzlerine iyice bakmasını ister. “Sizden çok da farklı değiller değil mi? Aynı saç kesimi... Sizin gibi yenilmez hissediyorlar… Sizin gibi bu dünyaya harika şeyler için geldiğini inanıyorlar. İster inanın, ister inanmayın…. Bu fotoğrafta gördüğün çocuklar şimdi toprak oldu.” Bay Keating onu soluksuz dinleyen öğrencilerine “yaşadığın anı yakala” mesajını işte böyle güçlü veriyordu.
1989 yılında vizyona giren Ölü Ozanlar Derneği filmi Tom Schulman’ın eşsiz senaryosu, Robin Williams’ın harika oyunculuğu ile unutulmaz filmler arasında yerini aldı. Welton Akademi’nin hazırlık sınıfında İngilizce öğretmeni John Keating ve öğrencilerinin hayatı tutkuyla yaşamanın kapılarını şiirle nasıl araladıklarına tanık olduk.
Bu film biraz da baharı anlatır bana. Bahar, mevsimlerin içinde en uçucu olanı bana göre. İnsan güzelliklere aniden gözlerini açar bu mevsimde. Bakmayan, göz göre göre kaçırır bu sayılı günleri. Baharı yaşamak ustalık gerektirir o nedenle.
Bir kere bahar için ufak tefek de olsa ritüelleri olacak insanın. Kırlangıçların gelişini kaçırmayacaksın mesela… Ustalıkla yuva yapışlarına, çer çöp taşırken telaşlarına tanık olacaksın. Sonra, bir gelincik tarlası bulmalısın kendine. Öyle uzaktan da değil kucaklaşıp, üstüne çekeceksin o güzelim renk örtüsünü boylu boyunca. Yolun Ayvalık’a düşerse üzerine bir iki damla limon sıktığın kara dikeni (deniz kestanesi) taze bir somun ekmekle yiyeceksin. Kentin ara sokaklarında kurulmuş tezgahlardaki çağla badem, erkenci erikle yetinmemelisin, zira bahar çok daha fazlasını vadediyor.
Nasıl dut olunca yaz gelmişse, sarmaşık otu çıkınca da bahar gelmiştir benim için.
Sarmaşık, kendi biter. Eskiler ona, hüdayinabit derdi. İnsan eliyle değil de kendi başına var olur… Bunu eğitimde kullanılırlardı. Bir eğitim almadan kendini yetiştiren, belli bir noktaya gelen insanı tanımlamakla kullanılırdı.
Bu kendi kendine biten sarmaşık, yabani böğürtlenlerin dikenlerini siper ederek boy atar. Turp otu, ısırgan, iğnelik gibi kolayca toplayamazsın onu. Benim için lezzetli bir ot yemeğinden öte bir takvimdir sarmaşık. İlk lokmamla birlikte hissettiğim kendine özgü acılığında geçmiş baharların da lezzetini duyumsarım.
Uzun geçen kışın ardından sarmaşığın tezgahta yerini alıp “bahar geldi, beklediğine değdi” diye göz kırpmasını arzuladım.
Her Çarşamba, Kültürpark’ta kurulan pazara uğramaya çalışırım. Son üç haftadır bu geliş gidişlerim sarmaşık için oldu; ama her defasında elim boş döndüm.
Urla’dan Tire’den, Karaburun’dan gelen üreticiler ilk dönem “Sarmaşık için daha erken biraz daha zaman var” derken, onlar da artık kabul etti. Bu bahar sarmaşık olmadı.
Şubat ayının son haftası Mart’ın ilk günleri yaşadığımız dondurucu soğuklar sarmaşığa büyüme şansı vermedi. Ancak çok korunaklı, kuytu bazı yerlerde tek tük yetişti. Kendiliğinden olmanın kaderi de bu. Bazen soğuk hava, bazen başka bir neden büyümeye izin vermiyor...
Eğer bir yerlerde sarmaşık bulursanız mutlaka alın. Bu bahar sarmaşığın tadına bakan şanslı kişiler arasında yerinizi alırsınız.
Baharın güzellikleri saymakla bitmez. Sonuçta herkes kendi listesini yapabilmeli uzun uzadıya…
Yaşadığımız yıl kadar değil de yaşamayı bildiğimiz kadar bahar görüyoruz…
***
AZ RASTLANIR BİR ALIŞ VERİŞ DİYALOĞU…
Geçerken vitrindeki bir kitap gözüme ilişti; içeri girdim. Sema Kitapevi, Karşıyaka’nın eski kitapçılarından. Semiha ve Hatice hanım her zamanki nezaketi ile karşıladı beni. Gelmişken raflara da şöyle bir göz atmak istedim.
Semiha Hanım, merdiveni uzattı bana. Yukarıdaki rafların arasında üç cilt halinde Dante’nin İlahi Komedyası’nı gördüm. Rekin Teksoy, Türkçe’ye çevirmiş. Rekin Teksoy ismi beni uzun yıllar öncesine götürdü. Bundan 22 yıl önce İstanbul’da bir muhabir olarak çalışırken, “sinema dilini” öğrenmem gerektiğini düşündüm. O dönemde tek tük kurs açılırdı. Beyoğlu’nda açılan kurstaki eğitmenlerden biri de Rekin Teksoy’du. Merdivenin üzerinde böylesine dalıp gitmişken kitabın fiyatı gözüme ilişti. Ambalajın üzerinde 60 lira yazılıydı:
- Bu kitabın fiyatı nedir?
Semiha Hanım, “Üzerinde ne yazıyorsa odur efendim” diye yanıtladı. Semiha Hanım kitap fiyatlarında sık sık yapılan güncellemelerin elbette farkındaydı. Ama kitabın kendine gelişi ile satış fiyatı arasındaki dengeyi vicdani bir muhasebe ile değerlendiriyordu.
Başka birkaç kitap daha seçtim. Ödeme için yaklaştığımda, “Semiha Hanım, siz her ne kadar fiyatı değiştirmiyorum deseniz de yeni fiyatla eski fiyat arasında çok fark var. Dilerseniz bu kitabı (İlahi Komedya) yerine koyabilirim, seçtiğim diğer kitapları alayım, bitsin” dedim.
Sema, Semiha, Hatice Camcı…
Üç kardeş olarak başladıkları kitapçılığa bugün ikisi devam ediyor.
1974 yılında Kilise Sokağı’ndaki ilk dükkan doksanların başında 1730 sokağa taşındı... Semiha ve Hatice hanımlar aynı zamanda bir klasik müzik tutkunu. Reklamsız, sürekli klasik müzik yayını yapan bir radyo kanalının huzur veren melodileri kitap ve kırtasiyenin yarattığı o güzel atmosferi tamamlıyor.
Semiha Hanım, İlahi Komedya’nın diğer fiyatlarını bilgisayarda araştırıp, bir yargıç sorumluluğunda bana döndü:
- Kitabın en alt fiyatı bu en üst fiyatı da şu rakama ulaşıyor. Ben sizden o zaman kitabın en alt rakamını rica edeceğim.
“Tamam” dedim. Aldığım diğer kitaplar için fiyat araştırması yapmadı. Onların etiket fiyatları neyse öyle hesapladı.
O kitapları poşete yerleştirirken, insan, insanlık, esnaf, esnaflık, vicdan, vicdanlılık, kavramlarını düşünüyordum.
Bu kitapları her yerde edinmek mümkündü ama bu ince tavrı artık nerede bulabilirdim…
Kitapevinden çıkarken radyoda Anna Karenina uvertürü çalıyordu.