Yazar, hukukçu Orhan Çetinbilek, İzmir’in kadim yerleşim yeri Tamaşalık’ta başlayan yazarlık serüvenini ortaya koyduğu güçlü eserlerle sürdürüyor. Çetinbilek, “Benim daha çok ilgilendiğim, üzerinde durduğum, Akdenizli bir yazar olmak. İnsanoğlunun ana kucağının Akdeniz olduğunu biliyorum, görüyorum, anlıyorum” diyor
Tamaşalık onun için bir gözlemeviydi. Sol elinin işaret ve baş parmağını bir daire oluşturacak şekilde birleştirdi. Aynısını diğeri için yaptı. El yapımı dürbün için artık her şey hazırdı. İnce, naif parmaklarıyla oluşturduğu daireleri bozmadan dikkatle gözüne doğru götürdü. Küçük çocuk, atalarının bir zamanlar Dana Bayram’nı kutladığı meydandan kenti kuşbakışı izliyordu. Göztepe, Konak, Kordon, Alsancak... İstediği yeri doyasıya izleyebilirdi. En batıda, kızıla çalan güneş, ufuk çizgisinde denizle temas ettikçe eriyip küçülüyordu. Akşam vaktinin kızıllığı Basmane Altınpark civarındaki evlerin kah kireçli kah düz sıvadan oluşan cephelerini gelişi güzel boyuyordu. Sokaklarda tek tük dolaşan insanlara, uzak tepelere ve masmavi sularda kara dumanıyla Karşıyaka’ya yol alan vapura çevirdi dürbününü. Gökyüzünde bir kuş aradı; boş arsalarda patikaları izleyen köpekleri seyretti. İzmir güzel bir kentti.
Minarelerden yükselen akşam ezanın sesi Kadifekale’yi sardı. Küçük Orhan, kentin merkezi gibi gördüğü gözlemevinden(!) evine doğru seğirtti. “Bilgin ya da astronot olabilirim büyüyünce” diye geçirdi aklından. Sonuçta Orhan Çetinbilek olarak Ballıkuyu Yeşiltepe İlköğretim Okulu’nun göz bebeği bir öğrenciydi. Bir keresinde İzmir genelinde yapılan bilgi yarışmasında üçüncü oldu ama hakkı ikincilikti. “Ay’da neden yaşam yoktur?” sorusuna Orhan’ın yanıtı “Atmosfer yoktur”; ilk ikide yer alan öğrencilerin yanıtı ise “hava yoktur” şeklinde oldu. Jüriye göre “hava yoktur” doğru yanıttı. Birinci 100 sorudan tamamını, ikinci, doksan sekizini üçüncü de 97 yedisini bildi diye tescillendi yarışma. Jüri, sorulardan birinin doğru yanıtı konusundaki yaklaşımıyla haksızlığa neden olmuştu. Orhan, çok uzun yıllar boyunca bu haksızlığı unutamadı.
İZMİR’DE KOYU TENLİ OLMAK
Eve geldiğinde annesinin sofrayı kurduğunu gördü. Belediye’de işçi olarak çalışan babasının da eve geldiği vakitlerdi. Gözü duvardaki geniş aile fotoğrafına ilişti. Nineler, dedeler, teyzeler: “Anneannem Sudan kökenliydi. 1800’lü yılların ortasında Osmanlı kimliği altında istihdam edilen bir ailenin kızı. O ailenin Kurtuluş Savaşı’nda cephede savaşın üyeleri oldu. Savaştan sonra onlara Kadifikale civarında bakla tarlaları verilmiş. Anneannemin kocası Giritli. Babaanne tarafı ise Libyalı. Babaannemin babası Trablusgarb savaşı sırasında şehit düşünce bir Osmanlı subayı babaannemi ve onun annesini İzmir’e getirmiş. Alsancak’taki bir konakta “arap bacı” şeklinde yaşamlarını sürdürmüşler. Babaannem’in kocası da Kıbrıs kökenliydi.”
Teninin rengi aile mirası... Yaşayıp büyüdüğü mahalle ise ayrımcılığa karşı ona hep konforlu bir alan sağladı: “Koyu tenliler İzmir’de uzun yıllar diğer topluluklarla iç içe yaşamışlar, gelin almışlar, gelin vermişler ve yakın komşuluk ilişkileri yaşamışlar. O nedenle biz mahallede hiçbir zaman bu ayrımcılığı hissetmedik. Mahallenin çocuğuyduk aynı zamanda. Anca başka bir mahalleden geçerken biri sana “arap” diye seslenir ya da başka bir şey yaparsa yanındakiler seni korurdu. “Arap” demek tek başına kavga nedeni değildir, özellikle mahalle arkadaşın bunu söylerse atışmadan, sevimli tartışmadan söyler. Çerkeze “at hırsızı” derler, sarışına da “sarı papaz” derler, herkese bir kulp takılır, eski mahalleler böyledir. Bunu senin hangi amaçla, hangi niyetle söylediğin önemlidir. İzmir gibi bir yerde ten koyuluğunun çok özel bir tarafı yoktur, özellikle Tamaşalık, Tilkilik gibi birçok kültürün kök saldığı yerde... Ne devlet dairesinde ne de yaşamın başka bir yerinde Batılı anlamda ırkçılığın burada olmadığını söylüyorum.”
Orhan müziğe de ilgiliydi. Ritm duygusu hep vardı. İlkokul yıllarından itibaren darbukasını elinden hiç düşürmedi: “O darbukamın derisi sık sık yırtılırdı. Mezarlıkbaşı’nda Lale Sineması’nın yanındaki bir aile evinde kalan bir çingeneye giderdim tamiri için. Yaşadığı yer tek göz odalıydı ve penceresi de gazete kağıtları ile kapatılmıştı. Aile evinin avlusundan onun yaşadığı yere doğru gidip, camını tıklatıyordum, İçeriden 'Ne varr' diye bağırıyordu. Darbukamın derisi yırtıldı, tamir için geldim diyince, 'Sen oraya bırak, akşam alırsın' diye seslenirdi. İlginç bir adamdı ama o civarda bir tek o darbukaya deri geriyordu. Röntgen filmlerinden yapılan darbukalar yoktu o zaman, beş altı yıl boyunca gittim o şekilde”
YAZAR OLMA ARZUSU
Orhan’ın ablası ve küçük kardeşi kendi halinde çocuklardı. İçlerinde okumaya en heveslisi Orhan’dı. Ondaki okuma tutkusunu sadece anne babası değil tüm yakınları fark etmişti. “Adam olacak çocuk” gözüyle bakılıyordu ona. Orhan, bu güveni boşa çıkarmadı. Üstelik hem okudu, hem de yazdı…
Jose Saramago’nun Bilinmeyen Adanın Öyüküsü’nde “…Bilinmeyen adayı bulmak istiyorum, o adaya ayak bastığımda kim olduğumu öğrenmek istiyorum. Biliyor musun ki kendin çıkıp kendinden dışarı bakmadıkça kim olduğunu asla bilemezsin…” dediği gibi Orhan Çetinbilek de üniversite yılları ile birlikte kendini keşfetmeye başladı.
Ege Üniversitesi’nde Fen Edebiyat Fakültesi’ndeki biyoloji eğitimi ile başladı bu serüven…Üniversitede tiyatro ile amatörce ilgilendi: “Biyoloji çok sevdiğim, hoşlandığım bir alan olmasına rağmen Türkiye’de geleceği olmayan bir bölümdü. Bir yandan fakülteye devam ederken tiyatro ve edebiyat da vardı yaşamımda. Benim kendimi arayışım, buluşum denilen zamandı o. Anladım ki ben yazmak istiyorum. Bunun için de en uygun meslek hukuktur, avukatlıktır. Orada görece özgür olurum ve yazar olma iddiamı, arzumu gerçekleştirebilirim. Bunu en başından beri böyle yaptım...”
Ballıkuyu’ya döner Orhan Çetinbilek. Sınavlara tekrar hazırlanarak, hukuk fakültesine girme hedefi koyar önüne. Artık kağıt üstünde yapılan planları hayata geçirme zamanıdır: “Hayat mücadele demek. İnşaatlarda devam ettim. İnşaatlarda çalışırken üniversite sınavına hazırlandım. Tıpkı Martin Eden’in hikayesi gibi bu. Sabah sekizde inşaata gidip, öğle aralarında sınav soruları çözüyordum. Saat üçte işten çıkıp, yedide yemeğimi yedikten sonra çalışmaya başlıyordum; on bire kadar çalışıp bir saat kitap okuduktan sonra yatıyordum. Bu böyle 1 sene devam etti. Odanın her tarafına küçük notlar yapıştırıp onları ezberleyerek sınava hazırlandım. Tercihlerime yedi hukuk fakültesi yazdım. Sınav bittiğinde kazanacağımı biliyordum zaten.”
YAZMA VAKTİ GELİNCE
Öyle de oldu; Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandı. 1993 yılında İzmir’de avukat olarak çalışmaya başladı. Siyaset felsefesi üzerine okumanın peşini hiç bırakmadı: “Benim takip edip, izlediğim, üzerinden okuduğum -her zaman bir düşünsel hayatı birilerin üzerinden okuruz- öyle de olması gerekir, dönüp başından Thales’i, Sokrates’i okuyup bir şeyler bulmak… Böyle değil o. Hep bize yakın gelen birileri vardır, onun üzerinden okumaya başlarız. Sonra da boşlukları doldururuz. Bu çizgi benim için çok net; Louis Althusser.”
Orhan Çetinbilek, ilk yazılı ürününü 2006 yılında, edebiyat ve felsefe dergisi “Sınırda”da yayımlandı. Siyaset felsefesi, edebiyat üzerine yazılar derken 2008 yılında “Poyraz” isimli romanı okuyucuyla buluştu. Bunu 2013 yılında “Rosa ile Ejder” 2015 yılında “Belkıs”, 2017 yılında da “Jena” izledi. Jena yazarın ilk yazdığı ama son yayımladığı çalışması oldu.
Orhan Çetinbilek’in kitaplarında kadının temsili benzerlik taşır. Kadın, yazarın kurguladığı o dünyada özne olarak ayrıcalıklı bir yere sahip. Kadın ve dişi olmak evrenin temel özü, temel dokusu. Evrendeki dönüşümün yönü de kadından erkekliğe doğru evrilir. Orhan Çetinbilek’in her bir romanında güçlü kadınlara tanık oluruz. Bu kadınlar aynı zamanda Dana Bayramları’ndaki dini lider Godya’lar gibi temsil ettiği topluluğun merkezindeki birleştirici unsurlardır. Yazar, deneyimlediği, gözlemlediği hayattan yola çıkarak rafine ettiği karakterleri için tasarımlar yapıyor ve o karakterlerin içinde en keskin, en sivri ve en özgü olanlarını romanlarında ele alıyor: “Benim kafamda yeni bir kadının görüntüsü çok daha önceden vardı; yani 80’li yıllardan bu yana gelişen, kendini var etmeye çalışan, daha çok özgürlük talebi olan, okumaya hevesli, üniversite bitirmeye hevesli, evliliklerini kendisi planlayan, kendisi kuran, boşanmayı kendisi seçen özgür ve özgün bir kadının gelmekte olduğunu görüyordum. Bunun iyi bir öngörü olduğunu yaşadık. Ne sol içerisinde daha muhafazakar bacı tipli kadınlar, hiç sol ile alakası olamayan ikisinden de farklı entelektüel tarafı ağır basan, duyarlılıkları erkeklerden daha özgün, daha farklı daha ileride olan yeni bir kadın ortaya çıktı. Bu yeni kadın aynı zamanda erkekleri de eğitti ve eğitmeye devam ediyor. Bu kadın özel bir şeydi, bu kadının izleri, başlangıç adımları Jena isimli romanımda vardı. Bu nedenle Jena’nın da böyle özgün bir tarafı var.”
Orhan Çetinbilek, beşinci kitabını yayıma hazırladı. Pandemi döneminde ortaya çıkan engeller de aşıldığında yeni kitap okuyucuları ile buluşacak: “Yazar olarak tek bir şeyin etrafında dönmek istemiyorum. Yoksa bir Tamaşalık etrafında bir dünya yaratmış bir İzmir yazarı olarak kalabilirsiniz. Benim daha çok ilgilendiğim, üzerinde durduğum, Akdenizli bir yazar olmak. İnsanoğlunun ana kucağının Akdeniz olduğunu biliyorum, görüyorum, anlıyorum.”
ROSA VE EJDER’DEN
Feriha’nın kendince bir itirazı olmadan geçilemezdi bu duraktan, Rosa’nın önceki tespitine dönerek, “Yaşam değerli mi gerçekten?” diye sordu. “Yoksa bu, seçmediğimiz ve hakkından gelmekte zorlandığımız bir şeyi anlamlı kılma çabası mı?”
“Ben bu soruya, yaşam en az ölüm kadar değerli diye cevap veririm ama bu karşılık seni kesmez” dedi Rosa, “Ben sanki herkes bocalasın, tutunamasın ve böylece senin acını daha iyi anlasınlar ister gibisin çoğu zaman…”
BELKIS’DAN
“Bazen bana ben değilmişim gibi geliyor. İnsan hangi yaşında ya da ne zaman tam olarak kendisidir?” Bu kahrolası soruyu Ruhi’ye sordu.
“Her zaman ve hiçbir zaman” diye yanıtladı Ruhi.
Şöyle bir düşündü, ardından, “Her dönemde bir yönümüzle kendimiz olmaktayız ve ölünceye kadar asla kendimiz olamayacağız” diyerek hak verdi Mındım.
Konuya bir de keyifli katkıda bulunarak, “Bir sanatçının eseri, onun yolculuğudur ve ölmeden bu eser tamamlanamaz” dedi Ruhi.
Mındım kaşlarını kaldırdı, başını yavaşça sağa sola salladı, gözlüklerinin üstünden bakarak, “Şarkıyı bitirdin” dedi. Sonra önündeki dergi notlarını okumaya devam etti…