Yayımlanır yayımlanmaz kendini sevdiren kitaplar vardır. Bazı kitapların da doğumu sabırsızlıkla beklenir. İşte son dönemde çok konuşulan iki roman; ikisi de İzmirli yazarlardan: Ahmet Büke’nin Deli İbram Divanı ve İhsan Oktay Anar’ın Tiamat’ı…

Deli İbram Divanı Kasım 2020’de raflarda yerini aldı. Kısa sürede dördüncü baskıya ulaştı. Öykücülüğü ile tanıdığımız Ahmet Büke’nin ilk romanı. Ondan bir roman gelmesi doğrusu çoğu okuru gibi benim için de sürpriz oldu.

Her dönem moda eğilimler olur ya... Bundan on, on iki yıl önceydi. O sıralarda roman türünde basılan kitapların sayısında ciddi bir artış vardı. Öykücülüğe rağbet ise pek kalmamıştı. Eli kalem tutan romana merak sarmıştı. Öyle ki taslağını hazırlayıp parasını cebine koyan yazar adayları yazarlık düşlerini kısa yoldan gerçekleştiriyordu. Bu arada parayla roman basan yayınevlerin sayısı da birer ikişer artıyordu. “Romana bu ilgi neden ?” sorusuna ilişkin bir haber hazırlığı içindeyken olaya öykü cephesinden de bakmak istemiştim. Bu konuda konuşabileceğim az sayıda kişiden biriydi Ahmet Büke. Onunla bu konuda bir röportaj gerçekleştirmiştik.

Geçen sürede öykü türünde eserler vermeye devam etti Ahmet Büke. Ancak bir yazar anlatısını tasarlarken dümeni öyküden romana da kırabilir. Ahmet Büke bu projede deniz ve denizcilikle geçinen bir ailenin öyküsünü anlatmak isterken, oluşturduğu birikim öykünün sınırlarını belli ki zorlamış. Zira yazar, denizcilikle ilgili eline geçen gerek edebi gerekse de bilimsel her türlü eseri okumanın yanı sıra, amatör kaptanlık kursuna, dalgıçlık kursuna gidip, hem yelken seyri hem de tekne bakımı ile ilgili ciddi deneyimler yaşamış. Sonuçta Deli İbram Divanı roman olarak okuyucunun karşısında.

Kitapta hikayenin ağırlıklı olarak geçtiği mekan İzmir açıklarında Köstence diye bir ada. Yazar kendi kurgusunda yarattığı Köstence ile gerçekte var olan Kösten Adası’nı ima etmiş. İzmir’in dış körfezine hakim bir noktada olan Kösten Adası geçmişten bu güne stratejik açıdan değerini sürdürüyor. Osmanlı döneminde Kösten olarak bilinen adanın ismi Cumhuriyet döneminde Uzunada olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye’nin en büyük adalarından olmasına rağmen 1923 yılından bu yana sivil yaşama kapalı olan adada bugün de askeri unsurlar varlığını sürdürüyor.

Uzunada’nın nasıl bir yer olduğu, askerliğini orada yapmış olanlar ya da devlet tarafından orada görevlendirilmiş az sayıda sivilin dışında pek bilinmiyor. Orayı ve doğasını gözümün önüne getirmeye çalışıyorum da…

Zihnimde beliren o ada resminde tertemiz bir kumsal, pırıl pırıl bir deniz, teknelerin dev ağlarına yakalanma korkusundan uzak balık sürüleri, kuş tüylerinin broş gibi asılı durduğu sık maki dokusu arasında yuva yapmış sürüngenler, su kenarında geviş getiren mandalar, ormanda sürüler halinde dolaşan domuz ve yabani sığırlar, ada boyunca farklı noktalarda nöbet tutan askerler ve bütün bunların üzerinde gökyüzünde halkalar çizerek gün boyu kanat çırpan martılar yer alıyor.

Ahmet Büke’nin adası Köstence’de ise karada yoksulluk ve sömürü kol gezerken denizde de can pazarı yaşanıyor. Köstence’nin Deli İbram’ı vardır. Deli İbram boynunda deve çanıyla, sadece kendine dayanarak özgürce yaşımını sürdürürürken adada olup biten her şeyden haberdardır. Adanın tek zengini olan Eczacı Süleyman’ın dedesinden gelen güce güç katmak için yaptığı planlar Balıkçı ve ailesinin yok olmasına kadar varıyor. Balıkçının ailesinde hayatta kalan tek kişi ise daha önce yoksulluk nedeniyle İzmir’e, büyük dayıları Yusuf Reis’in yanına götürülen küçük Osman’dır. Yusuf Reis, evlatlığı Leyla ve Osman birlikte yaşamaya başlar. Yıllar geçer, askerliğini yapan Osman, genç bir adam olarak adaya tekrar döner. Onu adada Deli İbram karşılar. Ahmet Büke romanında adayı ve deniz yaşamını anlatırken 1950’li yılların İzmir’ine de ayna tutuyor. Özellikle denize meraklı okurların keyifle okuyabileceği bir roman Deli İbram Divanı.

Deli İbram Divanı ile ilgili geçen birkaç ayda çok şey yazılıp çizildi. Ahmet Büke, söyleşilerinde  bu kitabın ortaya çıkış sürecinin yanı sıra yazar olma serüveniyle ilgili ip uçları da verdi. Yazar, Diken’de Zeynep Güven Ünlü ile söyleşisinde “Babanem dedem, özellikle babam çok iyi bir hikaye anlatıcısıydı. Benim ömrüm onları dinleyerek geçti. Ama zaten anlatıcı olmanın bir şartı da iyi dinleyici olmak. O dönemki performans oydu: dinlemek öğrenmek anlatmak. Ben yetiştiğimde anlatmama çok gerek kalmadı çünkü edebiyat diye bir şey keşfetmiştim. Orada yazarak çok güzel anlatılıyordu her şey. Ama taşrada babam gibi yaşamayı tercih etseydim, taşralı kalsaydım muhtemelen ben de babam gibi kahvede ya da dükkanda herkesin ağzına baktığı, güldüğü, güldürdüğü bir adam olurdum.” diyor.

Yazarların hayatına meraklı bir okur için bu ifadeler çok da yabancı olmasa gerek. Zira, Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez de yazar olma sürecinde büyükannesinden çok şey öğrendiğini belirterek, “En acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü şeylermiş gibi anlatırdı bana. Öykülerimi bu derece değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerinin zenginliği olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı büyükannemin yöntemini kullanarak yazdım” der. Benzer şekilde eserlerinde mit ile gerçekliği iç içe geçiren Hint asıllı yazar Salman Rüşdi de çocukluğunda çevresinde bulunan hikaye anlatıcılarından söz eder.

Yazarlar kadar, onların yazar olmasında esin kaynağı olan hikaye anlatıcılarına da şapka çıkaralım…

İHSAN OKTAY ANAR’IN TİAMAT’I

Bir diğer İzmirli yazar İhsan Oktay Anar, sekiz yılın ardından Tiamat ile okurlarının karşısında…Bir tahtelbahir gemisinde yani denizaltıda geçiyor olaylar. 1915 yılında, Port Said’in 40 mil kuzeydoğusunda Abdülhamit sınıfı tahtelbahir gemisi, Britanya donanmasına ait B sınıfı bir destroyeri batırır ve bir şilebi de ele geçirir. Şilebe ganimet için çıkan bir grup asker denizaltıya beraberlerinde bir sandıkla dönerler…

Anar kitaplarında bilim tarihi, kutsal kitaplar, mitoloji ve felsefenin birikimi ile çok katmanlı bir anlatım sunuyor. Bu hemencecik kendini teslim etmeyen siperli anlatım Osmanlıca kelime ve tanımlar ile zırhını sağlamlaştırıyor. Anar’ın son kitabında buna denizaltının sevk ve idaresine yönelik döneme ilişkin talimname tarzı bilgi ve jargonu da eklediğimizde yine ortalama bir okuyucuyu zorlayan paragraflarla karşı karşıya kalıyoruz.

Yine de…İhsan Oktay Anar’ın zaman içinde kemik bir okuyucu kitlesinin oluştuğunu biliyoruz. Anar, Tiamat ile en başta onların beğenisini kazanacak  şüphesiz…

*****

GEVREĞİN TADINI ÖZLEMEK

Birkaç gün önce sosyal medyada dolaşan bir ileti…

Cep telefonundaki uygulama üzerinden yemek siparişi veren müşteri, gelen ürünle ilgili olarak yorum bölümünde, “Ne tadı vardı ne tuzu, hiçbir şey anlamadım” şeklinde bir ifade kullanmış.

İşletme sahibi de bu yoruma karşılık olarak Kovid-19 virüsünün vücutta yol açtığı belirtilerden biri olan “koku, tat almama” durumunu ima ederek, “PCR testi yaptırmanızı öneririz” diye yanıtlamış.

Ben de uzun zamandır gevrekten tat alamıyorum. Hem bu tatsızlık, yavanlık pandemiden çok önce başladı. Koca şehirde ağız tadıyla gevrek yiyeceğim adres bulmakta zorlanıyorum.

Artık hiç şüphem yok! Kötü gevrek iyi gevreği kovuyor tablalardan. Çıtır, hafif karamelize olmuş, üzerinde üç beş tane susam olan bir gevrek beni kesmiyor. Birçok işletme de sözbirliği etmişçesine, tornadan çıkar gibi aynı mamülü yapıyor. Böyle maliyeti daha düşük oluyor, belli..

Ben pekmez teknesine şöyle iyice yatırılmış taş fırında susamlarıyla sarmaş dolaş olmuş mis gibi kokan gevreğin peşindeyim. Halbuki “iyi gevrek” için adres önerisi geldi mi hiç üşenmem. Bazen Hatay semtine, bazen de Basmane Kapılar’a giderim.

Ama ara ki bulasın…

Geçenlerde bir akşam üstü Karşıyaka Aksoy’dan geçerken ekmek almak için yol üstündeki bir fırına girdim. Fırıncı tezgahında küreklerin yanı başında duran gevrekler gözüme ilişti. Rengiyle susamlarıyla bile dikkat çekiyordu. “Akşam gevreği mi?” dedim. Güler yüzlü bir genç “Evet abi, kendi elimle yaptım” dedi. Emre, 26 yaşında bir mimar. Üniversiteyi bitirdikten sonra baba mesleği fırıncılığa vermiş kendini. Hemen gevrek üzerine koyu bir sohbete daldık. Bana, gevrek hamurunun üç aşağı beş yukarı her fırında aynı olduğunu ama birçok fırının artık pekmez yerine şeker kullandığını söyledi. Gevrek başına kullanılan susam miktarının azalması da işin cabası… Bir yandan müşterilerle ilgilenmeye çalışırken bir yandan da bana yanıt veriyordu; Emre'ye "hoşçakal" dedim. Fırından çıkarken, gevrek için iyi adreslerden birini daha listeye eklediğimi düşünüyordum.

*****

SCOOTER ARAÇLARA ALIŞMAK

Sloganları özgürlük, keyifli ulaşım, düşük karbon salınımı v.s. Scooter kiralama şirketlerinin sayısı kısa zamanda arttı. Arz talep düzleminde scooter kullanım alışkanlığı da artıyor tabii. Scooter için ehliyet zorunluluğu yok, 16 yaşına giren bir genç rahatça kullanabilir. Taşıt yollarında, bisiklet yollarında, hatta kimsenin sesini çıkarmadığı yerlerde kaldırımda görüyoruz bu araçları… Taşıt trafiğine çıkıp da ehliyet zorunluğunun olmaması düşündürücü… Üstelik scooter sürücülerinin kask takma zorunluluğu bulunmuyor.

Şimdiki satırlar ise 1932 yılına ait. İzmir’de çıkan bir gazetenin kupüründen;

“Bisiklet Binecekler Otomobil Kullananlar Gibi Vesika Alacaklar

Büyük şehirlerde açılan ve son zamanlarda adedi çoğalan bisikletçi dükkanlarından bilhassa bisiklet kullanmasını bilmeyen bazı çocukların kiraladıkları bisikletler şehrin en kalabalık ve en tehlikeli yollarında gezmekte oldukları ve bu yüzden hergün birçok kazalar ve facialar vukua geldiği görülmekte ve işitilmektedir. Keyfiyet Dahiliye Vekaletince nazarı dikkate alınarak vilayete buna dair mühim bir tamim gönderilmiştir. Bu tamimde kazalara mani olmak üzere alınacak tedbirler şu suretle izah edilmektedir:Otomobil  ve motörsiklet gibi bisiklet kullanmak ta ehliyete mütevakkıftır. Bisiklete Binenler de ehliyetini ispat edip ehyiletname almağa mecbur tutulacaklardır…”.

Bisiklet sürücülerine ehliyet şartı 1932 yılında  getirilmiş… Yollarda az sayıdaki taşıta rağmen hem bisiklet sürücülerinin hem de yayaların güvenliği açısından o dönemde alınan önleme bakar mısınız..

Şimdilerde sosyal medyada tek tük paylaşılan scooter kazaları sizce de uyarı niteliği taşımıyor mu?