İş makinesinin demirden kolu havada gerildi. Kolun ucundaki çelik tırnaklar yıkıma hazırdı.
Kepçe, evin duvarlarını usul usul dövmeye başladı. Koca duvar büyük bir gürültü ile diz çöktü.
Toz içinde kaldı ortalık.
Ekskavatör davetsiz bir misafir gibi yerleştiği evin orta yerinde bir sağa bir sola dönerek, aralıksız çalışıyordu.
Makinanın onlarca aksamından çıkan gıcırtı ve uğultuya parçalanan betonun sesi eşlik ediyordu.
Bir yıkılışın senfonisiydi bu.
Beş katlı apartmanın yavaş yavaş küçülüp enkaza dönüşmesini izliyordu gelen geçen.
Ön cephesi yıkılan ev şimdi tüm mahremiyetiyle gözler önündeydi.
Meraklı kalabalığın arasından bir kadın ile bir erkek ayrıldı. Bu yıkımı tek başlarına yaşamak istediler belki.
Adam teselli edercesine dokundu kadına.
Yıkımın yarattığı etki okunuyordu her ikisinin yüzünde.
Kadın binadaki bir noktaya dikkat kesilmişti. Yıkılan, yıkılmakta olan yapının içinden geçmişine ait işaretleri seçmeye çalışıyordu. Kadın, bir binayı ev yapan şeylerin farkındaydı.
Kepçenin kolu bu kez kadının dikkat kesildiği yere uzadı.
Kadın önce iki yanağından süzülen yaşları sildi. “Orası bizimdi” sözcükleri döküldü dudaklarından. O an, yıkılan her parçayı tekrar geri koymak mümkün olsaydı, hemen yapardı. Çaresizce kavuşturdu kollarını…
Ah zaman…
30 Ekim 2020 günü yaşanan depremin ardından İzmir’deki yapı dönüşümü hız kazandı.
Karşıyaka, bu dönüşümün yoğun olarak yaşandığı ilçeler arasında yer alıyor. Geçen yıl sadece Karşıyaka’da 185 bina yıkıldı. İlçede bu yıl da yıkımına başlanan birçok bina bulunuyor.
Yıkılan binaların önünden gelip geçiyoruz. Yıkım aşaması tamamlandığında ise artık o binayı hatırlamak için özel çabaya ihtiyaç var. Binayı iki üç gün içinde yok eden iş makinesi sanki benzer bir yıkımı imge dünyamızda da yaratıyor. Yıkılıp, yok olan yapının ardından ortaya çıkan boşluğa bir yabancı gibi bakıyoruz.
İzmir’de bu dönüşüm sürecindeki yapıların çoğu 1970’li, 1980’li yıllara ait. Belli bir çizgisi belli bir üretim tekniği olan türdeş, deyim yerindeyse Menemen testisi gibi yapılar...
Yapı dokusunun tarihsel bir süreci var. Geçmişte de bir önceki döneme ait yapı birikiminin ortadan kalktığını görüyoruz.
1950’li yıllarda bahçeli, iki üç katlı yapılardan kaç tane kaldı…
1965 yılında çıkarılan Kat Mülkiyet Yasası’yla birlikte hızla gelişen müteahhitlik olgusu özgün ve modern mimariyi temsil eden yapılara öncelik vermedi.
Bu dönemde yüksek katlı, birbirinin kopyası, bitişik nizam, düşük maliyetli malzemelerle üretilen yapılar ortaya çıktı.
Karşıyaka, Bostanlı, Bornova, Hatay, Üçkuyular bu yapıların yoğun olarak yükseldiği yerleşim alanları oldu.
İşte yıkılan yapıların çoğu böyle bir mirasa sahip.
Ancak göz önüne almamız gereken önemli bir konu var.
Bu günlerde dönüşüme uğrayan yapılar, mimari açıdan çok özel bir yere sahip olmasalar da bir dönemi temsil ediyor…Kent mimarisinde ağırlıklı olarak konutların belirleyici olduğunu varsaydığımızda yıkılan yapıların kentsel hafıza içinde önemli boşluklar yaratacağını bilelim.
Yıkılan yapılarla birlikte o çatı altındaki sosyal yaşam, bina sakinlerinin bireysel yaşamları da yok oluyor.
Bir yapının içinde barındırdıkları ile kayıtlı bir yaşam öyküsü olmalı!
Buna yakın bir proje Yaşar Üniversitesi’nde belli bir dönem ve çok az sayıda bina üzerinden “İzmir Kent Belleği” adıyla yürütüldü. Kapsamı dar olsa da başlangıç için önemli bir projeydi.
Önümüzdeki yıllarda da yüzlerce yapının yıkılıp tekrardan yapılacağı bir gerçek... O yapılar hakkında şimdiden bir çalışma başlar mı? Yoksa dönüştürülünce kısa sürede unutulacaklar mı?
Bu değişim sürecinin mutlaka kent hafızasına dahil edilmesi gerekiyor.
Ortak bir şablon ile bilgi ve belgelerin kayıt altına alınması mümkün olur.
Böylesi bir çabanın içinde olmak sadece geçmişe yönelik değil bugüne ait duyarlılığımızın da kapılarını ardına kadar aralar.
***
Bir fotoğrafın anlattıkları
Sakladığı bilgiler fotoğrafı belge olarak değerli kılıyor. Fotoğraf, anı saklayıp koruyup, bu güne eksiksiz taşıyarak kültürel bir işlevi de yerine getiriyor. Bir fotoğrafı elime alıp saatlerce incelediğim olur.
Bu fotoğraf da onlardan biri.
İzmir’in 1922 yılı öncesine ait bir fotoğraf: Frenk Sokağı’ndan bir kesit…
Kadınlı erkekli yürüyenler, caddedeki saat, ferforje korkulukları olan küçük balkonlar, şerit desenli tenteler, bayrak direkleri ve dükkanlar…
Büyük Yangın’da tamamen kül olan Frenk Sokağı…
Frenk Sokağı kabaca bugünün Balıkpazarı’ndan başlayıp Kıbrıs Şehitleri’ne kadar devam ederdi. Frenk Sokağı’nın gerçek anlamda rotası ise ticaretti, alışverişti. Avrupa’dan gelen her türlü ürünü vitrinlerinde sergileyen dükkanlar cadde boyunca uzar giderdi. Meşhur Frenk Sokağı’nda imparatorluğun dört bir yanından gelen ürünler de satılırdı.
***
Frenk Sokağı’nın sıradan bir gününe dair ipucu veren fotoğrafa baktığımda sol taraftaki reklam levhasına gözüm takıldı.
Pears Soap’u internette arattığımda bugün de üretimine devam edilen bir sabun olduğunu gördüm.
Ürün, 1807 yılında İngiltere’de seri olarak üretilip satılan ilk şeffaf sabun olma unvanını taşıyor. Parfümü ve şeffaflığı ile ünü kısa sürede yayılan sabun tüm Avrupa’da lüks alış veriş mekanlarında yerini aldı.
Tabii Frenk Sokağı’nda da…
Frenk Sokağı’nda bildiğimiz zeytinyağlı kalıp sabunlarda satılıyordu elbette.
Sabun üretimi ilk çağlardan bu yana biliniyor.
Bugün Ege ve Anadolu’nun bazı bölgelerinde evlerde hala sabun üretiliyor. Odun ateşindeki kazanın içine zeytinyağı ve kostik belli bir oranda koyulur, kazanda sabunlaşma olayı meydana geldiğinde yoğun bir sıvıya dönüşen bölüm tahtadan yapılmış kalıplara dökülüp, soğutulur. Kostiğin miktarı az olduğunda sabunlaşma olmazken çok olduğunda ise sabunun aşındırıcı etkisi öne çıkar, ciltte tahrişlere yol açar.
Neyse dönelim Pears Soap’a…
Üretici şirket, 2009 yılında orijinal formülünde değişikliklere gidince bu karar kemikleşmiş bir tüketici kitlesinin tepkisini çekmiş. Tepkiler devam edince üretici firma geri adım atmış, ve orijinal formüle çok yakın ürünlerin de satışının devam edeceğini açıklamış.
1900’lü yılların başlarında İzmirli elitlerinin kullandığı bir ürünün bugün de satışta olması fikri hoşuma gitti doğrusu.