“Ah, kimselerin vakti yok/ Durup ince şeyleri anlamaya” diye seslenmişti büyük şair Gülten Akın ‘İlkyaz’ adlı şiirinde hepimize. Bu sessiz çığlığın içeriği hala değişmedi bu ülkede, gerçekten de: “Ah, kimselerin vakti yok/Durup ince şeyleri anlamaya”

Tam 9 yıl olmuş Türk şiirinin bu özel, bilge kadınını yitireli. Zaman bir şiir gibi köpürerek akıp geçiyor sanki… Şöyle bir düşündüm de İzmir Gülten Akın’a karşı en vefalı şehirlerin başında geliyor. Gülten Akın (1933-2015) Yozgat doğumlu, Ankara’da hayata veda eden büyük bir şairimiz. Elbette şiirlerinde İzmir’e yer verdi. Belki de İzmir nitelikli kadın şairleriyle de öne çıkan bir şehir olduğu için, Gülten Akın’a ölümünden sonra sevgisini içtenlikle gösterdi. Örneğin 2020 yılında, yani ölümünden 5 yıl sonra Gülten Akın, İzmir’de “İncelikler Tarihi Gülten Akın” başlıklı takdire değer, iki günlük bir sempozyum ve güzel bir sergiyle anılmıştı. Sempozyumda Cevat Çapan, Saliha Paker, Necmiye Alpay, Haydar Ergülen, Semih Çelenk, Mahmut Temizyürek, Sevilay Çelenk, Devrim Dirlikyapan, Mehmet Can Doğan, Duygu Kankaytsın, Betül Mutlu, Hüseyin Köse, Pelin Özer, İnanç Avadit, Emel Kaya, Olcay Akyıldız, Yücel Kayıran, Hayri K. Yetik, Asuman Susam, Alaattin Karaca, Ömer Erdem, Roman Karavadi, Didem Gülçin Erdem, Yusuf Alper, Metin Celal, Ali Özgür Özkarcı, Ruken Alp ve Ritta Cankoçak gibi şair ve yazarlar, içeriği zengin sunumlar yapmışlardı.

GÜLTEN AKIN’A VEFA

Ardından İzmirli değerli şair Asuman Susam 2024 başında yayımladığı “Gülten” adındaki kıymetli kitabı ile şairin geniş biyografisini başarıyla kaleme alarak genç bir kadın şairin aynı zamanda nasıl bir bilge kadına dönüştüğünü yansıttı. Şair Asuman Susam bununla da kalmadı. Kitabını yayımlayan Livera Yayınevi’nin desteğiyle yönetmenliğini Sefa Sarı’nın üstleneceği bir Gülten Akın belgeselinin senaryosunu yazdı. Belgesel başarıyla çekildi, 2024 başında gösterime sunuldu. Türk şiirinin hafızasına çok değerli bir katkıda bulunarak, İzmir’in Akın’a vefa duygusu paylaşımına öncülük yapan Asuman Susam başta olmak üzere, yukarıdaki isimlere teşekkür etmek gerekli.

Gülten Akın, 1940 sonrası Türk edebiyatının en önemli şairlerindendi. 1933 yılında Yozgat’ta doğan şairin çocukluğu, amcaların, dayıların, teyzelerin, dedelerin, ninelerin olduğu geniş bir ailenin içinde geçmişti. Dedesinin çok sevdiği bir torundu, onun gözetiminde doğayla iç içe büyüdü. Çocukluğunu anlatırken şu satırları aktarmıştı bir röportajında: “Doğaya tutkundum. Kentin evlerinin bittiği yerlere, dağ eteklerine kaçardım. Dalıp geciktiğimde, işte orda, yine yakalanırdım. Uzak gözetime alınıyordum. Feodal ilişkilerin sürdüğü evimizde dedemin sevgisi ve koruyuculuğu, öteki söz sahiplerinin kişiliğime saldırısını önlüyordu.”

ÖZGÜRLÜK DUYGUSU VE GÜVEN

Belki de bu özgürlük duygusu ve güven Gülten Akın’ın içsel dünyasında, şiirin ve şairliğin yolunu açmıştı ona. Çok güvenli ve kalabalık bir çocukluktan sonra, babasının memuriyeti için başlayan Ankara serüveni Gülten Akın’ın özellikle lise yıllarında yüzleştiği yalnızlığı onu bir korunma aracı olarak şiire yönlendirmişti. Sonraki yıllarında Akın için şiir bir başkaldırı ve dünyayı dönüştürmenin yolu olacaktı. Gülten Akın’ın ölümü sonrasında Birikim Dergisi’nde bir değerlendirme yazısı kaleme alan değerli şair ve yazar Yücel Kayıran’ın bir cümlesi beni çok etkilemişti: “Büyük yapıt, poetik sonsuzluğa yazgılı yapıttır.”

Kanımca bilge şair Gülten Akın’ın neredeyse bütün yapıtları sonsuzluğa yazgılıdır. Bir Gülten okuru olarak, tüm şiirlerini aynı ölçüde sevgiyle okudum. Elbette 1972-1975 yılları arasında yazdığı, 1979 yılında yayımlanan “Seyran Destanı” onun Gülten Akın olmasında bir dönüşüm destanıdır. Abidin Dino’nun 16 deseni ile bütünlenerek yayımlanan Seyran Destanı'nı, Ankara'nın Seyran mahallesine yurdun dört bir tarafından gelen göçmenlerin hikayesi olarak kaleme almıştır Gülten Akın. Destan, insanların otorite karşısında nasıl yıldığını, açlıkla boğuşmasını, toprağına küsmesini, töreyle olan çarpık ilişkisini, “radyo”, “motor”, “asfalt” ve “cam” gibi uygarlık sembolü haline gelen kelimelere duyulan tutkulu ihtiyacın sonucu ortaya çıkan bir göçü aktarır fısıltıyla.

İşte bu nedenle göçmen olanlar, kentlerin kapısına Akın’ın deyişiyle “dul bir kadın sessizliğinde” yanaşıp trajedisini gösterir kentlilere. Hepimiz bakarız sessizce onlara… Onların yoksulluklarına, gecekondularına, arayışlarına…

DESTANIN DİZELERİNDE

Gülten Akın’ın İzmir’i hissedişi de Seyran Destanı’nın bazı dizelerinden yansır, Tales’ten uzanır şehrimize… İzmir’de, Karabağlar’da, Yozgatlı kuyumculardan az mürekkep yalamış biri, Seyran’a şöyle yazdı mektubunda:

“Madde canlıdır ve sonsuzdur

Diyen Tales’in İzmir’inde

Tanrılar Tanrıları doğururlar

Cennet ve cehennem sonsuzdur

Şimdi, burda

Doğanın ve toplumun tanrısıysa

Para

Burda, İzmir’de, Karabağlar’da

Cennet ve cehennem biziz

Bir kum taneciği kadar canlı

Bir kum taneciği kadar özgür

Paranın, yaşamın iki gözü gibi

Yaşanır ölünür”

Gülten Akın’ın Bütün Şiirleri’nde, İzmir’in yansıdığı ‘Pansiyon’ adlı bir şiiri de yer alır. Belli ki Akın bir ziyareti sırasında İzmir’de bir pansiyonda kalmış ve ardından bu şiiri yazmıştır:

“İzmir’in denizi akşamlı kuşları korkulu

Suskun bir kendine kalış filler gibi

Marusella içinde az var az yok.

Bir yeni düzen yeni sevgi

İtilmiş geceden soldurulmuş

Kollarınızda bir yığın eski çiçek

Dolapta masada köşelerde

Sizin olsa sizin, gizli”

***

Yine Akın’ın Bütün Şiirleri’nde ‘Kırmızı Şemsiyeli Kız’ adlı İzmirli bir şiir yer alır:

“Pek bilmem nerdeydi önceleri

Kırmızı şemsiyeli kadın ıslak köpek

Sen gelince İzmir geldi dedim İzmir’de

Tutuşun bakışın küsüşün geldi

Bu nasıl gözleri insanın sana bağlı

Bu nasıl yüzünden akışı mahzunluğun

Bu nasıl bitmeyen şu kadar yıl

Bir sana tutunma uzaklardan”  

Sonuç: İnsanlar yaşar geçer, hayatlar biter, fani telaşlar arasında ise hepimize yine kocaman bir Gülten Akın dizesi kalır: Ah, kimselerin vakti yok/ Durup ince şeyleri anlamaya”

 

DİDEM MADAK’IN ARDINDAN

Bu arada tam 13 yıl olmuş, şiirimizin İzmirli Hüzünlü Prensesi Didem Madak’ı 41 yaşında yitireli. (1970-2011). Yıllar önce, (kendisinin hiç haberi olmadan kardeşi Işıl Madak’ın girişimiyle İnkilap Şiir Ödülü’nü alan) ilk kitabı Grapon Kağıtları’nı (2000) okuduğumda, içindeki derin hüznü keşfetmiştim. Bana her zaman İran’ın buğulu bir acının eşiğinde hayata dokunmuş şairi Furuğ’u hatırlatan has şair Didem Madak, kısa ama öz yaşadı.

İzmir kokulu şiirler yazdı. Hayatını sanki bir fırtına denizinde yaşar gibi sürdürdü.

Bir şiirinde dillendirdiği gibiydi kendisi de şiirinin içinden çıkıp aniden girdi hayatlarımıza:

 “Şiirlerin içinden çıkıp gelen kadınlar vardır;

Öpse şiir, saçını dağıtsa mısra, gülse kıt’a olur.”

Tasavvuftan derinlemesine etkileneceği bir süreci yaşamadan önce, belki bilinçaltında bu izlerin de yansıdığı ilk kitabı ‘Grapon Kağıtları’nı yayımlandığında, henüz 30 yaşındaydı Didem Madak. Sonraki dönemlerinde yazar-edebiyatçı Müjde Bilir’in kendisiyle yaptığı bir röportajda, bu etkileşimi şu cümleyle aktaracaktı; “Tasavvufun önerdiği iç yolculuğu, önemli bir olanak olarak görüyorum kendi açımdan.”

ŞİİRDE KUCAKLADI İZMİR’İ

Zaten ilk kitabında bir duadan esinlendiği ‘Cevşenü’l-Kebir’ adlı kız kardeşi Işıl’a yazdığı şiirinde “İzmirliliğini” hemen zarif bir şekilde ilan etmişti. Dokunaklı şiir, girişinde şöyle kucaklamıştı İzmir’i:

“Işıl. Uzun siyah saçlı kız
Bu rutubetli mektup selamlarla doludur.
Hüznümü assam kururdu ütü masasına.
Ama çoraplarım kurumayacak sabaha.
Hem bilirsin,
Yağmur kadar İzmirliyimdir.
Plastik gardırobumun karnı deşilmiş.
Sanki kanat çırpmaya hazır bir martı.
İşe yine geç kalacağım.
Kızarsa, müdüre bir parça gevrek atarım.
İzmir’ de simite gevrek derler,
Gevrek apayrı bir şeydir bizim burda.”
Yağmur kadar İzmirli olmak ne çok güzel…

HÜZÜN VE YAŞAMA TUTKUSU

Beyin kanseri nedeniyle 38 yaşında hayata veda eden anneciği Füsun’un sarsıcı etkisi, şairin dizelerinde hayatından ve (Carl Gustav Jung’un yaklaşımıyla) kolektif bilinçaltından yüzeye çıkan ‘temel anne ve çocukluk arketipleri’ taşıyordu sanki. Anne kalın gölgeli travmatik bir özlem kuyusuydu Madak şiirinde. Çocuksuluğunu yansıtırken de “Vallahi kalbimin yerinde hep bir elma şekeri vardır” demişti yukarıdaki şiirinin devamında. Hüzün ile yaşama tutkusu her bir aradaydı Madak’ta. “Bu mektup/ Rutubetli selamlarla doludur.” dizeleriyle bitirmişti örneklediğimiz şiiri. Annesinin ölümü bir uçurum yaratmıştı Didem Madak’ın ruhunda. Her gün daha derinleşti bu durum hayatında. Bu nedenle “Dünyaya bile bir dünya anne lazım.” çığlığı atmıştı. “Annemle İlgili Şeyler” adlı şiirinde ise yeniden doğmak istemişti:   

“Hatırlar mısın?

Mavi saçlı bir Tanrı gibi severdim Burdur gölünü

O göl şimdi içimde kocaman bir anne ölüsü

Vişne bahçeleriyle dolu,

Neşeli bir şehre benzerdi senin sesin.

Bazen ölmek istiyorum.

Beni yeniden doğurman için

İri, ekşi bir vişne tanesi gibi”

Şiirlerinde geri planda hep İzmir hissediliyordu. Yine ‘Enkaz Kaldırma Çalışmaları’ adlı hüzünlü şiirinin bir bölümünde İzmir’i anmıştı:

“Melankoli ve kolonya şişesi
Kalbim ile İzmir aynı şey mi?
Boyunlarında simsiyah birer halka
Kumruların hepsi de dişi mi?
Gugukguk yusufçuk
Nerdesin? Burdayım.
Bekleyin, bekleyin geliyorum!
Melankoli ve kolonya şişesi
Hayatımın üstünde imkânsız kuşlar uçuyor.”

‘ANNEMİN TEK MİRASI SİHİR’

Belki de Didem Madak’ın hakiki şairlik serüvenine çıkan yol içsel olarak annesi Füsun’un ölümü ile başlamıştı. Zaten “Annemden bana kalan tek miras bir sihirdir. Onu ne zaman çok özlesem hep bir şiir yazdım.” demişti edebiyatçı dostu Müjde Bilir’e. Hayat onun 2008 yılında anne olmasını sağladığında, yazgısının kilidini açar gibi, kızına da Füsun adını koymuştu.

Şimdilerde çok iyi bir öykücü olma yolunda ilerleyen kardeşi Işıl Madak ile arasında da hep kardeşliği taçlandıran özel bir ruhsal bağ vardı. İkinci kitabında ‘Karınca Kumu’ başlıklı şiirinde “Karşıyaka vapurunda alıştı dilim en çok acıya” diyerek seslenmişti Işıl Madak’a…
Sonuç: ‘Yüzü nura inen’ Didem Madak çok kıymetliydi; hakiki, has, hayatın içinden, çok sıkı, sağlam şiirler yazdı. Keşke daha çok yazacak zamanı olabilseydi. Hatırasını sevgi ve saygıyla selamlıyorum. Ruhu şad olsun. “Hayatlarımızın üzerinde imkânsız kuşlar uçarken.” İzmir bu şairi hiç unutmamalı. Çünkü “yağmur kadar İzmirliydi” bir fırtına kadar şair…