Bugün sizi 1920’li yıllara, dünya çapında tanınan bir yazarın toy bir muhabir olarak yaşadığı Türkiye macerasına ve bir öyküsüne götürmek istiyorum. Nobel ve Pulitzer ödüllü Ernest Hemingway’in “İzmir Rıhtımında” adlı bir öyküsü olduğunu ve diğer öyküleriyle birlikte bu isimle kitaplaştığını biliyor muydunuz? Aynı Hemingway’in, öyküsüne adını verdiği şehre, yani Güzel İzmir’imize hiç gelmeden bu hikayeyi kaleme aldığını biliyor muydunuz? Gelin hep birlikte önce bu hikayenin perde gerisine bakalım.
Ernest Hemingway kimdi? Ernest Hemingway (1899-1961), Amerika’da Illinois-Oak Park'ta doğdu. Eğitimini sürdürürken, yazı serüvenine on yedi yaşındayken Kansas City'deki bir gazete ofisinde muhabir olarak başladı. Herşey Birinci Dünya Savaşı ile başladı. Amerika Birleşik Devletleri Birinci Dünya Savaşı'na girdikten sonra, Hemingway İtalyan ordusunda gönüllü ambulans birliğine katıldı. Cephede görev yaparken yaralandı, İtalyan Hükümeti Hemingway’i ödüllendirdi. Bir süre hastanelerde tedavi gördü. Hemingway, Amerika Birleşik Devletleri'ne döndükten sonra, Kanada ve Amerikan gazeteleri için çalışan bir muhabir oldu. Kısa süre sonra gelişmeleri takip etmek üzere yeniden Avrupa'ya gönderildi. Yirmili yılların başında Hemingway, ilk önemli eseri ‘Güneş de Doğar’da (1926) anlattığı Paris'teki gurbetçi Amerikalılar grubunun aktif bir üyesi oldu. Paris’te çok genç yaşında F. Scott Fitzgerald, Gertrude Stein ve Ezra Pound gibi yazarlarla sıkı dostluk geliştirdi. İlk romanlarında I. Dünya Savaşı’nın umutsuzlaştırdığı bir dünyada “yitik kuşak”tan insanları anlattı. İtalya’da I. Dünya Savaşı sırasında yaşadıklarından esinlenerek yazdığı “Silahlara Veda”da ise savaş ile aşkın iç içe geçtiği yılları aktardı. Hemingway, romanlarında yaşamlarının anlamlarını onurla direnerek inşa etmeye çalışan namuslu insanların portrelerini çizdi. Öğleden Sonra Ölüm, Afrika’nın Yeşil Tepeleri gibi romanlarında aynı zamanda insanın doğayla ilişkisini yansıttı.
İspanya İç Savaşı’na tanıklık etti. Hemingway, çok sevdiği bu ülkede savaş muhabirliği yaparken, Cumhuriyetçiler’in yanında yer aldı ve General Franco’ya karşı yürütülen mücadelenin bir parçası oldu. Gene İspanya İç Savaşı’ndan ilham alarak yazdığı ‘Çanlar Kimin için Çalıyor’ adlı romanı satış rekorları kırdı. Hemingway bu romanıyla Pulitzer Ödülü’nü kazandı. İspanya’dan ayrıldıktan sonra Küba’ya yerleşti.
MACERACI BİRİYDİ
Hemingway, Afrika’da safari gezisine çıktığı bir dönemde ikinci kez bir uçak kazası atlattı. Aynı Hemingway İkinci Dünya Savaşı sırasında, bu kez Londra’da bir süre savaş muhabirliğine soyundu. Yazar “İhtiyar Adam ve Deniz” (1954) adlı romanıyla Nobel Ödülü’ne layık görüldü. Bu kitabındaki öyküsünde okyanusta dev bir balık avlamayı başardıktan sonra, tüm çabasına karşın bunu köpekbalıklarına kaptıran yaşlı balıkçı Santiago’yu anlattı. Bu eseri, daha sonraki yıllarda filme de çekildi. Filmin başrolünde Anthony Quinn oynadı. Bunlar dışında çok sayıda roman ve öykü yazdı. Şiirler denedi. Hemingway, hayatı boyunca deli dolu yaşayan kelimenin tam anlamıyla maceracı bir insan oldu. Ama demokrat ve insanlıktan yana çizgisini hep korudu. Dağınık yaşam tarzı nedeniyle çok sayıda hastalıkla da mücadele etti. Yine de ayakta ve dimdik yaşamaya devam etti. Hayatı ağır bir depresyonla tökezleyene kadar böyle sürdü. Depresyonu derinleşince, 1960 yılında ünlü Mayo Kliniği’ne yatırıldı. Burada onayı alınarak elektroşok tedavisi gördü. İyileşti, diye düşünülerek taburcu edildi. Ama bir süre sonra tekrar yatırıldı. Klinikten ilk kez taburcu edildiğinde biyografi yazarı Aaron Edward Hotchner'a şunları söyledi:
"Bu şok doktorları, yazarların nasıl insanlar olduklarının ve onlara ne yaptıklarının farkında değiller. kafamı mahvetmenin, sermayem olan hafızamı silmenin ve beni işsiz güçsüz bırakmanın ne anlamı var? Harika bir tedaviydi ama hastayı kaybettik..."
Mayo Clinic’ten ikinci kez çıktığında, geçirdiği çok ağır depresyonun etkisi altındaydı.
Kısa bir süre sonra, bu ağır duygulardan ve zihninin karanlığından kurtulamayınca, çareyi en sevdiği silahla başına iki kurşun sıkarak hayata veda etmekte buldu. Hemingway 62 yaşında öldüğünde en çok tanınan Amerikan yazarlarından biriydi.
TÜRKİYE İLE BAĞLANTISI
Peki Hemingway’in Türkiye ile bağlantısı nedir? “İzmir Rıhtımında” başlıklı öyküsü nasıl ortaya çıkmıştır? Aslında faşist Franco’ya karşı İspanya İçsavaşına bile katılmış bu hümanist, cesur, adaletli ve anarşist ruhlu büyük yazarın, Türkiye serüveni tamamen bir fiyasko olarak değerlendirilebilir. Tam 20’li yaşlarının başında bir Kanada gazetesinin günlük ve haftalık yayınlarında serbest gazeteciliğe başlayan Ernest Hemingway, 23 yaşındayken aynı gazetenin muhabiri olarak 1922 yılında İstanbul’a gönderilir. Henüz acemi toy bir gazetecidir. Mudanya Mütakeresi sonrasında İstanbul’a geldiğinde Türkiye’den izlenimler yazmaya başlar. Hemingway bu arada tarihsel bazı dönüm noktalarına tanıklık yapar. The Toronto Daily Star ve The Toronto Star Weekly adına önce İtalya’daki Cenova Ekonomi Konferansı’na katılır. (Nisan 1922). Ardından 25 Eylül 1922’de Paris’ten Doğu Ekspresi’ne biner, İstanbul’a gelir. Bu tarihten 14 Ekim’e kadar İstanbul Beyoğlu’nda hala varlığını sürdüren Büyük Londra Oteli’nde kalır. Ekim ayında Kurtuluş Savaşı’yla ilgili izlenimlerini İstanbul ve Edirne’den gazeteye yazar. Bu sürecin ardından 1923 yılı Ocak ayında Lozan Barış Konferansı’nı yerinde takip eder.
‘UNUTULMAYACAK BİR YÜZ’
Tüm kaynaklar, Hemingway’in İstanbul’dan kaleme aldığı yazılarda, Türkiye’de gerçekleşmek üzere olan kurtuluş savaşının ruhunu okuyamadığı, hatta Mustafa Kemal Atatürk’e sempati duymasına rağmen, onu tam bir maceracı olarak gördüğü, yazdıklarının daha çok İngiliz manipülasyonu sonucu şekillendiği yönünde ortak görüşe sahiptir.
Örneğin aynı Hemingway, Mudanya Ateşkes Antlaşması sonrasında yazdığı “Toplu Katliamı Beklerken” başlıklı, imzasıyla yayımlanan yazısında İstanbul’u işgalcilerden geri alacak olan Mustafa Kemal’in ordusunun, bir kıyıma yol açabileceği endişesini satırlarına yansıtır. Hemingwayn, Lozan Konferansı izlenimlerini içeren bir yazısında ise İsmet Paşa’yı da dalga geçercesine değerlendirir: “Herkes İsmet Paşa’yı görmek istiyor ama bir kez onu gördüğünüzde bir daha görme isteği duymazsınız. Ufak tefek ve ilginç olmayan görüntüsüyle, çekicilikten uzak küçük, karanlık bir adam. Bir Türk generalinden çok Ermeni bohçacıya benziyor. Mustafa Kemal’in yüzü bir kez görüldüğünde unutulmayacak bir yüzken, İsmet Paşa’nın yüzü bir daha hatırlanmayacak türden bir yüz.”
Şurası bir gerçek ki 23 yaşında, toy ve tecrübesiz bir gazeteci kimliğiyle Hemingway’in o yıllarda Türkiye ile ilgili yazdıklarının neredeyse hepsinin ön yargılı yazılar olduğu açıkça ortadadır. Hemingway İstanbul’dan ayrılışından bir yıl sonra ‘Zamanımızda’ adlı kitabını yayımlanır. Hemingway, bu kitaptaki “İzmir Rıhtımı”nda adlı öyküde ve 1936 yılında yayımlanan “Kilimanjaro’nun Karları”nda Anadolu ve Trakya’dan söz eder. Hemingway’in bu iki kitabındaki öyküler, genel olarak İstanbul ziyaretinin izlenimlerine dayanır.
TÜRK KÜLTÜRÜNÜ DENEYİMLEDİ
Türkiye’de Amerikan Kültür ve Edebiyatı konusunda engin bir birikime sahip Prof. Dr. Himmet Umunç’un Hemingway’in Türkiye yıllarını incelediği çok önemli bir incelemesi vardır. Merak eden sevgili okurlarımız “Hemingway Türkiye’de: Tarihsel bağlamlar ve kültürel ara metinler” başlıklı bu incelemeyi okuyarak daha detaylı bilgi edinebilirler. (Makalenin aslını “Journo” adlı kültür sitesinde bulabilirler.) Profesör Umuç, Hemingway’in Türkiye izlenimlerini objektif bir gözlükle incelerken, temelde şuna değinir: “Hemingway, muhtemelen, Türk hayatını ve kültürünü ilk elden deneyimleyen ve böylelikle kurgulamalarının bir kısmını Türkiye bağlamına oturtan ilk önemli Amerikan yazarıdır. Bu onun bir Türk hayranı olduğu anlamına gelmez. Bilakis, kendisi, 1920’li yılların başlarında Batı’daki anti-Kemalist siyasî söylemlerin ve basının onun üzerinde yarattığı etki sonucu şüphesiz daha da kuvvetlenen tarihsel, kültürel, dinî ve manevî ön yargılara sahipti. İşte onun Türkiye kurgulamalarına yansıyan ve 1922 yılı Türkiye’si hakkındaki çarpık anlatımlarının temelini oluşturan bu ön yargılarıdır. Bununla birlikte, vurgulamak gerekir ki Hemingway, bu kurgulamalarıyla, her ne kadar uydurulmuş ve eksik anlatımlar içerse de, bize, bir bakıma önemli ölçüde belgesel niteliği olan bir Türk kültür ve tarih bağlamı sunmuştur.”
KAYNAK İNGİLİZ SUBAYI
Yine Prof. Dr. Umunç’a göre, Hemingway bir Amerikalı olarak, halkın özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinin önemini kendi ulusal tarihinden öğrenmiş ve kavramış olmasına rağmen, çelişkili bir biçimde Mustafa Kemal tarafından yürütülmekte olan savaşın, Türk ulusunun var olma ve bağımsızlık mücadelesi olduğu gerçeğini idrak edememiştir.
Hemingway’in İstanbul’da kalışı sırasında, Yunan kuvvetlerinin Doğu Trakya’dan tahliyesi, Müttefik kaynaklarından aldığı yanlı bilgiler, Büyük Taarruz hakkında ve İzmir limanında, şehrin Türk birlikleri tarafından geri alınması sırasında yaşanan gergin durumla ilgili tamamen tek taraflı duyumları, onun kafasında çok yanlış bir Türkiye kurgusuna yol açmış, ön yargılı bir gazetecilik örneği vermiştir. Yine Prof. Dr. Umunç’a göre Hemingway’in Türkiye’ye ilişkin kurgulamalarının önemli bir bölümünü oluşturan ‘İzmir Rıhtımında’ öyküsü ile ‘Kilimanjaro’nun Karları’ndaki ikinci alt metninin temeli ise, esasen Müttefik askerlerinin İstanbul’daki hayatına dair gözlemleri ile Anadolu’daki durum hakkında İngiliz kaynaklarından elde ettiği bilgilere dayanır. Yazarın “İzmir Rıhtımında” öyküsü, üslup, titiz anlatım bakımından, Hemingway’in yeteneğini yansıtır, İzmir’in 9 Eylül 1922’de Türkler tarafından geri alınması sırasında, Rum mültecilerin müttefik donanmasınca limandan tahliyesini konu edinir. Ama gerçeklere uymayan bu öykünün ters tarafı, birinci tekil şahıs ağzıyla Hemingway’e anlatan bir görgü tanığının bakış açısı olmasıdır. Öyküyü edebi açıdan da detaylı inceleyen Umunç’a göre, Hemingway’in bu öykü için temel malzemeyi, 9 Eylül 1922’de tahliye için İzmir limanında bulunmuş olan bir İngiliz subayından edindiği kuşkusuzdur. En önemli Atatürk kitaplarından birini kaleme alan gazeteci/yazar Lord Kinross’un da vurguladığı gibi, Yunan kuvvetlerinin yenilmesi ve geri çekilmesi üzerine, binlerce Rum mülteci tahliye için İzmir limanına akın etmiş ve tahliye işlemlerinde, çoğu İngilizlerden oluşan Müttefik askerî personeli görevlendirilmiştir. Sonuçta bu bölümü daha da detaylandırabiliriz. Ama yerimiz sınırlı.
Önemli olan Hemingway gibi büyük bir yazarın, hem Türkiye günlerinde, hem de ‘İzmir Rıhtımında’ adlı, şehrimizden bir tarihi sayfayı aralamaya çalıştığı öyküsünde, objektif ve yansız olmamayı başaramadığı gerçeğini bilmektir. Elbette bu acemiliği, Hemingway’in yaşamının sonraki yıllarındaki büyük yazarlık serüvenini inkar etmemizi gerektirmez. Ama hakikat her zaman hayat kadar değerlidir. Hemingway de sonsuzluğa bu hakikat ve başarılarıyla birlikte gitmiştir…