İlkyaz, ilkbahar… Uyanışın, yeşermenin, çiçeklenmenin, coşkunun, yaşama sevincinin, umudun, aydınlanmanın, duygu varsıllığının çağrışımlarıyla doludur hep.

Şarkılar, şiirler, öyküler, romanlar ne çok baharla buluştururlar bizi. Aşklarla, sevgilerle, sevdalarla…

Gökyüzünün sonsuzluğuna bakarken leylekler, kırlangıçlar, arıkuşları, ebabiller,  guguk kuşları göğün mavi yolculuğuna çıkmış olmalılar.

Şu an belki de Erdoğan Berker’in bestelediği Samime Sanay’ın seslendirdiği nihavent şarkıyı mırıldanıyor da olabiliriz. “Bir ilkbahar sabahı / Güneşle uyandın mı hiç? / Çılgın gibi koşarak / Kırlara uzandın mı hiç?” 

Bestesi Selahattin Pınar'a güftesi Fuat Edip Baksı’ya ait o kibar şarkıyı unutmak olası mı? “bir bahar aksamı rastladım size / sevinçli bir telaş içindeydiniz / derinden bakınca gözlerinize / neden başınızı öne eğdiniz”

 ***

Ne diyordu Pablo Neruda? “Bütün çiçekleri koparabilirsiniz, ama baharın gelişini engelleyemezsiniz.” Bu hep böyle oldu, böyle de olacak. Baharın gelişini, insanla buluşmasını engellemek olası değil.

Sait Faik’in Mahalle Kahvesi adlı kitabında yer alan ‘Bir İlkbahar Hikâyesi’nin başlangıç sözleri bizi bir anda baharın içine atıverir sanki: “İlkbahar bir bayram, bir uyanış, bir mucize, bir çılgınlık, olamayacak gibi duran bir şeyin oluşu, ilkbahar şu, ilkbahar bu… Kuş, papatya, gelincik, çayır, çimen, ağaç, çiçek, mimoza, zakkum, su sesi, hindiba, Çingene, kuzu… Klasik ilkbaharların içinde hepsi, hatta sülüğün bile yeri vardır. Unuttuklarım da çoktur a, en mühimi nisan, mayıs güneşi.”

Erhan Bener “Baharla Gelen” romanında bir şaşkınlığı da betimliyordu sanki: Şiirler yazardım o zamanlar. Ateşli tutkular, çiçekler, ay ışıkları ile örülü şiirler. Hangi gizemli içgüdünün etkisiyle bilinmez, aşkla ölüm, birlikte büyürdü yüreğimde. Hiçbir şey belirli değildi. Çizgiler o kadar dağınık, o kadar saydam, çevremdeki her şey, öylesine savruk ve o kadar bunaltılı bir oluş içindeydi ki...”

 ***

Bugün 30 Mart; iki gün sonra güzeller güzeli Nisan merhaba diyecek dünyaya. Soğuklar, kar fırtınaları, yağmur baskınları, zam sağanakları, geçim kaygıları, savaş çılgınlıkları, kadına yönelik baskılar, kıyımlar… Günümüzü kırana sokan korona salgını…

Karabasan gibi günler yaşıyoruz uzun süredir. Oysa güzel sözlere, şiirlere, hatırlı kahvelere, görüntülere, aydınlığa, umuda, yaşamı devrim gibi yeniliklere taşıyacak eylemlere gereksinimiz var.

Bir anda baharın ılık soluğunu, doğanın devinimini, görsel renklerini yakalayınca, yine de kıpır kıpır umut yekiniyor içimizden.

Ahmed Arif sesleniyor arkamızdan sanki: “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin…” Duvarlar ardından bir ses yankılanması gibi…

Hele Nisan’a adım atarken, Orhan Veli’nin “Nisan” şiiri akla gelmez mi hiç? “İmkansız şey / Şiir yazmak / Aşıksan eğer; / Ve yazmamak, / Aylardan Nisansa.”

O zaman Nâzım Hikmet’in “Ben Baharıyım Yarınlarımın” şiirine gidelim mi?

Bakmayın siz benim kuru bir yaprak gibi sallandığıma... / Köküm sağlamdır sarsılsam da kopmam dalımdan... / Öyle kolay değil, rüzgarın önüne kapılıp gitmem... / Son ana kadar `vazgeçmem` yaşamaktan... / Ne fırtınalar koptu, benim hayat dallarımda... / Hiç birinde vazgeçmedim umutlarımdan... / İçimde kıyametler kopsa da. / Ben baharıyım yarınlarımın, / Çiçek açarım her kışın ardından!”

Şiirlere, şarkılara dalarsak, sayfalar yetmez, biliyorum. Ne ki yine baharın telaşı, heyecanı, şenliği var içimde. Genç, diri, dirimli, coşkulu, uzun koşuda...    

Yüzü gülen, yüreği ışıldayan, barışın sesini evrenselleştiren, halkları halklarla kaynaştıran, dünyayı insan sevgisiyle donatan gerçek baharlara diyorum…