15 yıl ve iki gün geçti üstünden… Kalbi küf kokanlar, “Küllendirin, Sivas’ı kaşımayın!” buyurdular, buyururlar. Faşist gericilik, güruhlaşmaya sığınmış korkaklıktır ve boyasının dökülmesi kaçınılmazdır. O boyayı dökmek ahlaktır, vicdandır, bir insanlık görevidir. Yakılan bizdik, yakılan insanlıktı çünkü…
5475 gün geçti aradan, deyin ki 5500 gün. Hasret Gültekin’sizliğin hasreti ne demektir, ne yapmamız gerektiğini saygısızca buyuranlar ne bilsin? Türküsüz kalan biziz çünkü… Hiçbir şey değilse Sivas, bir çırpıda yuvarlatılmış rakamlara dönüşebilen hayatın içinde, Behçet Aysan, Metin Altıok şiirlerinin ırmağında yıkanıp arınamamak, ölümcül setler yüzünden mahrum kalmaktır. Hiçbir şey değilse Madımak, gencecik insanların semah sevinçlerinin yakılmasıdır. Bu ne haddini bilmezliktir ki, unutacağımızı, unutturacağımızı sanırlar? Keyifsiz bırakılan biziz çünkü… İşte o Sivas bugün, duyarsızlık cehenneminde ve bir belleksizlik zavallılığında unutturulmak istenmektedir. Onu unutmak, Jan Dark’lara, Bruno’lara, Galileo’lara, Pir Sultan’lara, Nesimi’lere, Bedreddin’lere, Kubilay’lara, Deniz’lere, Maraş’lara, adı tarihe geçmiş ya da geçmemiş nicelerine haksızlıktır. Sivas’ı unutmak, Asım Bezirci’lere, Aziz Nesin’lere, kederinden beş gün sonra ölen Rıfat Ilgaz’lara karşı ayıptır. Çünkü biz biraz da onlarız, onların ışıklarına baktığımız için, “insan” olmaya karar verdik çünkü… Sözü uzatmaya gerek var mı, Sivas’ta hepimizi yaktılar. Hesabını sormamak, çocuklara karşı ayıptır. Faşist yobazları savunanlar kimdi, kimlerdi? Kalp de küllenirse…
Unutamadığım bir anıyı paylaşmak istiyorum. Madımak’tan bir yıl sonra yazdığım “Memleket Hikayeleri”nde, “Gerçekle nasıl yüzleşebilirim ve yüzleştirebilirim” düşüncesiyle, 2 Temmuz’a dair bir sahne yazmıştım. Meslek yaşamımın “Umarım yanılırım” dediğim, en yürek ürperten deneyimidir. Oyunun andığım sahnesinde, yobazlar sahneyi basıyor, memleketine dair hikayeler anlatan yazarı, Madımak benzeri yöntemle katletmeye kalkışıyordu. Ama izleyenleri görünce, bundan vazgeçiyorlar, “neler yapabileceklerini”, Baş Yobazın “Bizim halkımız türküye oyuna meyyaldir” buyruğu doğrultusunda, “Madımak” oynayarak göstermeyi yeğliyorlardı. “Madımak”, bildiğiniz halk türküsü ve dansı.
Her “Oy Madımak” nakaratında, kibrit yakma mizanseni yapmalarını öngörmüştüm, öyle de sahnelendi. Dansta, kibrit yakıyormuş gibi hareketler yaparak “Oy Madımak, çıss!“ diyorlar ve o sahnede alkışlanıyorlardı. Çılgınca… Kahkahalarla… Onaylanırcasına… Baş Yobaz birden oyunu kesip, şöyle diyordu; “Demedim mi, bizim halkımız böyledir. Alkışlaya alkışlaya alışır, aramıza işte böyle karışır!” Bu sözler tokat etkisi yaratıyor, alkışlar birden duruyor, salon “Biz neyi alkışladık?” sorusuyla buza kesiyordu. Her sahnelenişte, o alkışların yarattığı dehşeti ve üzüntüyü derinden yaşadım. O bir oyundu, ama anlatılanlar Madımak kadar hayattı. Türkünün ne suçu var, ama izleyicilerin tavrı sokağın aynasıydı, her şeyin işaretiydi.
Sivas’ta yakılan hepimizdik. Unutmak ve unutturmak, hayattan, ölülerimizden, ülkemizden uzaklaşmaktır. 15 yıldır yanıyoruz, bizim gerçeğimiz budur. Bu yazı müsveddesiz yazıldı, kim bilir ne hataları vardır. Yazarınızı bu Patika’lık bağışlamanız gerekiyor. Sanırım, acısı ve hüznü çoğaldıkça, Türkçesi bitti…

***

Bu yazının üstünden 8 yıl geçti. Kudurtulmuş pisliklerin alçaklıklarıysa hiç bitmedi. Sesimiz daha gür çıkmalıdır: Faşizmin her türüne direnmek insanlık görevidir! Aydınlanma ve demokrasi mücadelesinde yer almak, insanlık gereğidir!