Geçen hafta, çocuk ve sanat ilişkisi konusuna bir giriş yapmış, acımasız bir sömürü çarkının para, köle mürit devşirmek için, acımasızca işletildiğine dikkat çekmiştim. Konuyu bildiğim yerden, kültür ve sanat üstünden örneklerle somutlamaya ve bir itiraz manzumesi oluşturmaya çalışmıştım. Mürekkebi kurumadı ki, hazin bir yok oluş hikâyesi “Ne sanatı birader!” dercesine, hayatı yüzüme çarptı. Selçuk’ta bir yangında, en küçüğü bir en büyüğü beş yaşında, beş çocuk kavrula boğula öldü. Babaları hapisteydi, anneleri hurdacılıkla geçimlerini sağlama peşindeydi, elektrik ocağı devrildi ya da ne olduysa oldu ve…
Nazım Hikmet “Ölümün adil olması için, hayatın adil olması gerekir” dizesini, hiç kuşkusuz böylesine ölümler için söylemişti. Adli kovuşturmanın sürdüğü bu korkunç olay, bireylerinden yaşadıkları topluma, devletinden yerel yönetimlerine, bir memleketin artık gizlenemez gerçeğiydi. 1, 2, 3, 4, 5… Bu sıralama ölen çocukların yaşlarıdır. Kafanın fukaralıktan kurtulması için, hayatın fukaralıktan kurtulması şarttır. Bu koşullarda yaşayan bir ailenin, peş peşe bu kadar çocuk yapması, doğum kontrol gibi çağdaş tutumlar gösterememesi, cehaletin ve yoksulluğun koalisyonuyla ortaya çıkan kederin ilk gerekçesidir. Ekonomik yardım aldıkları söylenen bu ailenin, öncelikle o devlet ve yerel yönetim tarafından bu bağlamda eğitilmesi, yönlendirilmesi gerekmez miydi? “En az üç çocuk” söylemi, bu açıdan kendini temize çekmek zorunda değil mi? Yurt yangınlarından mide bulandırıcı feodal ve gerici yapılanmaların elinde satılan, tecavüze uğrayan, daha henüz doğmuşken katledilen daha kaç çocuk açmadan solan karanfiller gibi toprağa düşecek? Yanıtı olan var mı? Orada bu çocukların sesini duyan var mı?
21. yüzyıla yakışan bir “Toplum” olduğunu, bir “devlet” mekanizmasıyla donatıldığını, “iktidar” tarafından idare edildiğini, “muhalefet” ve ilgili kurumlar tarafından denetlendiğini… “Demokratik kitle örgütleri” tarafından talep ve itirazların dillendirildiğini, kamusal gözlem ve bilgilendirme görevinin “basın” tarafından gözetildiğini… Sanatın, hayata ayna tutup, insani olandan yana çığlık attığını, sanatçısının nerede yaşadığının farkında olduğunu… Üniversitesinin, penceresini açıp şu ülkenin haline baktığını, düşünce ve eylem ürettiğini… Hak, hukuk ve adaletin çağdaş, demokratik, eşitlik ve tarafsızlık ilkesi gözetilerek “yasa ve yargı kurumları” tarafından yerine getirildiğini iddia eden bir memleketten mi söz ediyoruz?
Ediyorsak bütün bunlar neden, edemiyorsak bunlar nerede diye sormak, her şeyden önce pek övündüğümüz ahlak, namus, erdem, yurtseverlik, din, millet, vatan adına görev değil mi? Yoksa biz tüm kepazeliklerin üstüne, bu değerleri örtme ikiyüzlülüğünde mutlu muyuz? Şaşkın mısın, bunlar nasıl söz, elbette mutsuzuz denecektir. Böyle bir iklimde mutlu olmak için ya hasta bir sadist ya da zır cahil yaşayan canlı cenaze bir fosil olmak gerekir.
O zaman ahalisinin bütün bunları aklına getirmesi, anımsaması ve anımsatması, utanması ve utandırması, itiraz duruşu göstermesi için, daha kaç örnek yaşanması gerekecek? Biz sözcüğün tüm çağrışımlarıyla “iyi” değiliz, iyi olmamalıyız. Biz övünülecek, güvenilecek, gurur duyulacak birey-toplum-devlet diyalektiğine bırakın sahip olmayı, ne demek olduğunu bilememenin çaresizliğindeyiz. Hiç kuşkusuz yaşadığımız korkunç ve vahim kaostan kurtulmanın ilk adımı, bunları hiçbir komplekse, yılgınlığa, umutsuzluğa düşmeden görmekle atılabilir. “”Cumhuriyet, kimsesizlerin kimsesidir” diyen bir irade sayesinde, düşe kalka bugünlere geldik. Buradan sonra nereye ve nasıl gideceğimiz hakkında bilgi, belge, öngörü ve rota oluşturmak için ne güzel bir başlangıç! Elbette tek başına yetmez. Çağdaş, demokratik, laik, içerde güvenli, dışarda onurlu bir ülke olarak yaşamak istiyor muyuz, böyle bir ülkenin bireyleri, yurttaşları ve yoldaşları olmanın gereklerini kabul ediyor muyuz, önce bunlara karar vermek gerek.
Bu karar, saldım çayıra mevlam kayıra perişanlığıyla verilemez. Pespaye bir belleksizlik batağında yaşayarak oluşturulmaz. Dayatılan gündemin peşinde koşturarak ve laf ebeliğini muhalif duruş sanarak yaparak dillendirilemez. Hayattan kopuk, gerçeğe gözleri kapalı, lime lime olmuş dünya görüşleriyle, ne dediği belirsiz saçmalıklarla oluşturup paylaşılamaz. Çevresinde toplumsal bir dayanışma duvarı yükseltilemez. Bu saçma düzen insanileştirilemez.
İşte bunlar başarılmadığı sürece, bu güzelim ülke utançlardan utanç, çöküşlerden çöküş beğenir. İşte o zaman kundaktakilere tecavüz eden manyakların, yeni doğanların üstünden para kazanmayı düşünen rezillerin, dere kenarlarına atıp üstüne kaya örten bir köy dolusu katilin asude bahar bahçesine döner bu güzelim memleket. Yalnızca son bir ayda yaşanmış rezilliklerden birkaç örnek yazdığımın farkındasınız, değil mi? Siz son üç yılın, beş yılın, yirmi yılın kanlı sayfalarından kim bilir kaç örnek daha sayarsınız.
Asıl soru şudur: saymaktan ne zaman bıkacak ve utanacağız?